Siyah-Beyaz Kış Fotoğraflarım
İletişim ve ulaşım imkânlarının çoğalmasından sonra kış aylarında yolu memlekete düşen dostlarımız yığınla fotoğraf çekip gözümüzün içine sokarak, alaycı bir dille; “bu güzellikler bırakılır da büyük şehirlerde yaşanır mı?” diyerek kalbimizi fena hırpalıyorlar!
Hep söyledim, söylüyorum da…
Bizim oraların sevdası bir kere gönülleri tutuşturmuşsa; söylediklerimiz, yaşadıklarımızdan çok daha hissiz ve anlamsızdır!
Çocukluğumuzda köylerde yaşadığımız muhteşem kış hatıralarından uzakta kalmak ve o günleri bir daha yaşayamıyor olmak, köylerimize ihanet etmişiz duygusu yaratıyor bende!
Onun içindir ki; her hangi bir konuda memlekete dair bir şeyler karalarken; ”suyun yüzünde yem arayan balık gibi” oluyorum!
Zihnimde bir konuyu düşünmeye başladığım andan itibaren etraflıca bir anılar yolculuğuna çıkıyorum. Anıları hatırlama süreci ile birlikte, düşündüklerimi kâğıda aktarana kadar günlerce uyku tutmadığı oluyor bende.
Böyle olunca, her defasında sanki bir veda mektubu yazıyorum hissi ile hatıramı yazıyorum.
Zaman zaman, acaba sadece ben miyim bu duyguyu yaşayan diye de düşünmeden edemiyorum!
Rize’nin Çayeli İlçesinin en güzel vadilerinden olan Senoz Vadisinin kış mevsiminin güzelliklerini düşününce, aklıma gelenleri bu duygular bağlamında hemen kâğıda aktarayım istedim.
Bu güzellikleri, itiraf etmeliyim ki; çocukluğum boyunca bire bir yaşamama rağmen bugün ki gibi etraflıca görememişim!
Demek ki birçok şey yokluğunda daha bir kıymetli oluyormuş, bunu insan zaman geçtikçe daha iyi anlıyormuş!
“Siyah-Beyaz Kış Fotoğraflarım” derken asıl niyetim; çocukluğumda köyümüzde yaşadığım hatıralarımı oluşturan “kış günlerini” sizlere dilimin döndüğünce anlatmaya çalışmaktır.
Benim neslimle birlikte yaşayan son üç nesil neredeyse köyde kışı geçiren en son nesillerdir!
Durum böyle olunca eskiye dair hatıralarımızı en ince ayrıntısına kadar anlatarak yeni neslin bihaber olduğu o muhteşem günleri hem yâd ediyor hem öğretici olmaya gayret ediyorum.
Eskiden daha fazla kar yağardı Senoz Vadisine.
Öyle ki; sabah gün ışıdığın da yağan karın, evlerimizin neredeyse çatılarına kadar yükseldiğini görürdük.
Çoğu kez ahşap evlerimizin dışarıya açılan kapısının açılmadığına da şahit olurduk.
Eskiden evlerde değil telefon, elektrik dahi olmadığını düşünecek olursak, bu ağır kış şartlarında komşularla iletişimin zorluğunu tahmin edebilirsiniz.
Evlerimizin en üst katında ki “arturma”’lardan (balkon) en yakın komşuya seslenilerek kurulan iletişimden sonra her iki ev sakinlerinin küreklerle başlayan diğer komşunun kapısının önüne kadar “kar küreyerek” ulaşma çabası başlı başına meşakkatli bir işti.
İki ev arasında yeniden kurulan maddi köprü, sırayla diğer komşularla da kurulur, gün başlardı.
Daha sonra ise ahşap evlerimizin çatılarında çıkılarak, “hartumaların”(çamdan çatı kaplama malzemesi) üzerlerine yağan karın temizlenme işlemine geçilirdi.
Yazdan özenle yapılıp hazırlanan “kar kürekleri” vasıtasıyla hartumalar kardan temizlenerek evin bu ağırlıktan muhtemel etkilenmesinin önüne geçilirdi.
Bu iş büyüklerimiz için zor bir iş olsa da biz çocuklar için eğlencenin adıydı.
Aslında biz köyün çocukları için kış ayı her açıdan çok güzel bir eğlenceydi diyebilirim rahatlıkla.
Öyle ki, tek saniyesini bile boşa geçirmeden olabildiğince bol yağan karın beyaza bürüdüğü ortamdan istifade ederdik.
Daha önce bir vesile ile yazdığım “karatavuk yakalamak”’ avcılığından tutunda, naylon torbalar üzerinde karın örttüğü çay bahçelerinin üzerinde “uzmak” (kaymak) biz çocukların için tadına doyulmaz güzelliklerdendi.
Kar üstünde naylon torbalarla “uzmak” ise sizi temin ederim; bugün ki modern kayak aletleriyle kaymaktan daha zor bir iş olsada, biz çocuklar için çok keyifli ve eğlenceli bir etkinlikti.
Bu “uzamak” konusunda o kadar mahirdik ki, işin zorluğuna aldırmadan hemen hemen her Allah’ın günü bıkmadan usanmadan köyü bir baştan bir başa defalarca kat ederdik.
Başköy Köyünün ahşap evlerinin aralarında bulunan çay bahçelerine yağan karın üzerinde kaymak için köyün üst mahallesine kadar çıkar, oradan kendimize uygun en güzel güzergâhı bulup, kayarak ta en alt mahalleye kadar düşe kalka gelirdik.
Aşağıya inişi güzel olan bu güzergâhın geriye dönüşü taktır edersiniz ki zor bir yürüyüş parkuruna dönüşürdü bizim için.
Başka bir yazımda ifade ettiğim gibi; çocukların muhteşem siyah beyaz kış fotoğraflarının içinde kışın köye gelen “kalaycılar” ve “artumciler” de çok özel bir yere sahipti.
Kışın biz çocukların dört gözle beklediği bir başka uğraşta su değirmenlerine mısır unu öğütmek için gitmekti. Annelerimiz bizi yanlarına arkadaş alır öyle giderlerdi un öğütmeye.
Su değirmenleri çalışma sistemi bizim ilk teknolojik izlenimlerimizin de kaynağıydı desem yanılmış olmam. Yukardan akan suyun çalıştırdığı iki taşın arasına bir oluk vasıtası ile hazneden düşen mısır tanelerinin öğütülme işi biz çocukların saatlerce bıkmadan izlediği bir sahneydi.
“Kış Fotoğraflarımda” hafızama kazınan en önemli ayrıntılardan bir tanesi de; yılın diğer mevsimlerinde olduğu gibi fedakâr kadınlarımızın kışın karda “alaf”a gitmeleriydi.
Kışın dahi yapraklarını dökmeyen bir bitki olan “alaf bitkisi” bin bir zorlukla gidilerek kar altından çıkartılır ve özel bir yöntemle kurulan yükler vasıtasıyla yağan karın içinde bata çıka yol alınarak eve gelinirdi.
Alaf bitkisinin zor şartlar altında gidip biçilerek eve getirilmesinin nedeni; yazın çimenliklerde biçip “çaydağ” dediğimiz evin üst katında depoladığımız, “kuruyan çimenlerin” erkenden bitmemesi için başvurulan bir çözüm yoluydu.
Güz aylarında yapılan harmancılık sonucu çayırlarda kurutulan mısır bitkisinin “temonları” hem görsel olarak çok güzel olurdu, hem de ahırdaki ineklerin kış boyu yediği yiyecek olarak özenle korunurdu.
Kış aylarında doğum yapan ineklerin tüm bakımı da kadınlarımızın eline bakardı.
Yazın yaylalarda “yüklü olan(hamile kalan)” tüm inekler sırayla kışın ahırlarda yaylaya gidecek yeni kuşak buzağıları doğururlardı.
Cinsi daha iyi olan ineklerin buzağılarının bir kısmı saklanır, diğer buzağılar bir iki ay civarında bakıldıktan sonra, Senoz Vadisinin meşhur “buzak eti yemek” davetlerinin başlamasına vesile olurdu.
Uzun kış gecelerinde; evlerimizde ki “misafir odalarında” tüm köylülerin buluşup saatlerce sohbet ettiği, bu sohbetlere, suda pişirilen goliva, kestane, kabak-arap veya ambarlarımızın meyveliğinde kış için saklanan elma ve armutlar eşlik ederdi.
Sözlü kültürün kuşaktan kuşağa geçmesi demek olan bu sohbetlerin biz çocukların kişiliğinin oluşmasında çok büyük katkı yaptığını şimdi daha iyi anlıyorum.
Kış mevsiminde yağan kar; köylerimizde çiçeklerin üzerine düşen kar damlacıkları vasıtası ile bahara kadar çiçekleri kendi içinde hapsedecek ve bahar aylarıyla birlikte yeni tomurcuklar eşliğinde “kar çiçeklerinin” açmasına şahitlik edecek.
Kışın köylerimizi yapayalnız bıraksakta, eski kış günlerinin muhteşem hatıralarını bir kez daha yâd ederek; karın altındaki lahanadan, dallarda tüneyen karatavuktan, yapayalnız kalan ahşap evlerden affımı isterim!
Son olarak; kaleme aldığım siyah-beyaz kış fotoğraflarım başlıklı yazımın duygusunun tam karşılığı olan Nazım Hikmet şiiriyle sizleri baş başa bırakıyorum;
“Kalbe bir bıçak gibi giren hatıraların dilsiz olduklarını anlıyorum,
Kar yağıyor
Ve ben hatırlıyorum.”
Görüşmek üzere; Allah’a emanet olun.