Her konuda bizleri bilgilendiren hocamız bu kez farklı bir konu ile karşımıza çıktı.
KENDİNE NİŞAN ALMAK!
“Kesinlikle bu ümmetiniz tek bir ümmettir ve Ben de sizin bir tek Rabbinizim. Şu halde bana karşı sorumluluğunuzu yerine getirin! Bu emre karşın, onlar aralarındaki birliği darmadağın edip (hakikatı) parçaladılar: Her hizip başladı elindeki (parçayla) övünmeye. (Ey Muhammed!) Artık onları bir vakte kadar gömüldükleri gafletleriyle baş başa bırak.” (Mü’minun:23/52–54)
Bilgiye ulaşmanın çok kolaylaştığı bir çağda yaşamaktayız. Oturduğumuz yerden her türlü bilgiye erişebilmekteyiz. Bilgiye ulaşmanın bu kadar kolay olması ilk bakışta olumlu görünse de bazı sakıncaları beraberinde getirmektedir. Kaynağı sağlam olmayan, ideolojik bakışlı, maksatlı ve en önemlisi belli bir eğitim alınmadan anlaşılamayacak bilgilerle karşı karşıya gelmekteyiz.
Dini konular istismarın en fazla olduğu bilgi alanıdır. Sade bir müslümanın itikadını zedeleyecek, güvenini sarsacak bilgi kirliliği yaşanmaktadır. Bu konulardan biri de dini ilimlerle uğraşan âlimlere yönelik ithamlardır. İletişim araçlarında bir birini zındıklıkla, itikadı bozuklukla hatta daha da ileri gidilerek küfürle itham etmeler, hakaretler ve karalama kampanyaları… Bu vahim durum karşısında müslüman ne yapmaktadır?
Görüşünü benimsediği âlimi kusursuz, hatasız ve günahsız kabul edip karşısındakini hak yoldan çıkmakla itham etme, aleyhinde konuşma ve hezeyanlar… Bunlar açısından mesele çözülmüştür; görüşünü benimsediğini göklere çıkaracak, diğerini yerin dibine sokacak. Peki, taraf olmayan müslümanın hali ne olacak? Yani ben sade bir müslüman olarak bir birlerini acımasız bir şekilde eleştiren âlimler konusunda nasıl bir tavır almalıyım? Hangi kriterlerle hareket etmeliyim? En önemlisi İslam’ı doğru anlama ve yaşama konusunda kime güveneceğim? Kim haklı kim haksız?
Bu konuda fikir sahibi olabilmek için şu hususların bilinmesi gerekmektedir. İslam âlimleri ya da İslami ilimlerle uğraşanlar dini anlama ve yaşama, bilgi üretme konusunda genel hatlarıyla üç kategoriye ayrılmaktadır:
1-Gelenekçi bakış açısına sahip olanlar: Bu grubu teşkil eden âlimler İslam’ın doğuşundan bu güne kadarki tüm bilgi birikimini hiçbir eleştiriye tabi tutmadan sahiplenmekte ve savunmaktadır. Kur’an ayetleri, tefsirler, hadislerin her çeşidi, sahabenin sözleri, menkıbeler, bir şekilde başka kaynaklardan gelmiş hikâyeler, zayıf hadisler, mev’ize kitapları, tarih kitapları, bizden önceki milletlerin kültürlerinden aktarılan bilgiler…
Bu bakış açısı irdelendiğinde Kur’an’ın ruhuna aykırı, ayetlerle çelişen, tarihi gerçekliğe uymayan, israiliyattan karışan birçok bilginin sahiplenildiği görülmektedir. İslam’ın bilgi birikimine sahip çıkmak gibi güzel bir niyetle yapılmasına rağmen toptancı ve eleştiriye kapalı bir bakış açısıdır bu.
2-Kur’an’dan başka bilgi kaynağı kabul etmeyenler: Bu gruptaki âlimler de bilgi kaynağı olarak sadece Kur’an’ı kabul etmekte ve on beş asırlık İslam Geleneğini dışarıda tutmaktadırlar. Hatta Hz. Peygamber (sav)’i bile sadece mesajı iletmekle görevli kabul edip, sünneti bilgi kaynağı olarak görmemektedirler. “Hüm rical, nehnur rical” onlar adamsa biz de adamız diyerek Kur’an dışı her türlü bilgiye şüpheyle yaklaşmaktalar. Sadece tevatür derecesine ulaşmış hadisleri dikkate almaktadırlar.
Bu bakış açısı Hz. Peygamber ve ashabının İslam’ı anlama ve yaşamadaki rolünü ve olmazsa olmaz varlığını dışarıda tuttukları için kuru bir dini anlayış ortaya çıkmıştır. Bu bakışın doğmasının bir sebebi de gelenekçilerin kuru- yaş her türlü bilgiyi adeta kutsallaştırmasıdır. Ancak dengeyi sağlayacakları yerde bunlar da bu sefer koskoca bilgi birikimini yok saymışlardır.
3-Kur’an ve sünnet temelli eleştirel bakış açısına sahip olanlar: Bu gruptaki âlimler Kur’an merkezli hayatın inşası için gayret göstermekle birlikte, İslam’ın tarihi birikimini de Kur’an süzgecinden geçirerek kabul etmektedirler. Bunlar ne toptan kabul ne de toptan retçilerdir. Gelenekçi âlimlerin hiç denetime tabi tutmadan aldıkları bilgilerin İslam’ın ruhuna aykırı olmayan, sahih ve tevatür derecesinde olanlarını bilgi kaynağı kabul etmektedirler.
İşte kavga ve kargaşanın temelinde yatan en önemli sebep bana göre budur. Biri diğerini her türlü bilgiyi kutsallaştırmakla suçlamakta, diğeri de Kur’an’dan başka hiçbir şeyi kabul etmemekle. Üçüncü grubu oluşturanlar da her ikisini ifrat ve tefrite düşmekle eleştirmektedir. Bu âlimleri sahiplenenler bu sefer daha da ileri giderek hocalarını eleştirenlerle ilgili her türlü karalama, adeta cihad ilan etme noktasına gelmişlerdir.
DİKKAT: Bir âlimin müslüman toplum nezdindeki değerini yok etmenin en kolay ve en acımasız yolu onu itikadı noktada karalamaktır. “İtikadı bozuk” yaftası toplumda bir yayılırsa artık o âlimin hiçbir çalışmasına değer verilmez. Bu yüzden karalama hep bu noktadan yapılmaktadır. Mutlaka bir değerlendirme yapılacaksa o âlimin genel çerçevede bütün görüşlerine bakarak fikir yürütülmelidir. Konuşma aralarından satırlar kesilerek yapılan değerlendirmeler isabetli olmazlar.
MÜSLÜMANA YAKIŞAN: Kendi doğrularını hararetle savunmak, karşı tarafın hatalı ve yanlış bulduğu konularda eleştirisini yapmaktır. Bunu yaparken kişileri değil görüşleri dikkate almaktır. Görüşleri bırakıp kişileri hedef alırsanız bu İslam’ın onay vermediği bir yoldur. Yapılan hata işte budur. Senin hocan benim hocam kavgası böyle başlar.
Şimdi bir önceki köşe yazımızda Olcay Bey’in Mustafa İslamoğlu ile ilgili “Mustafa İslamoğlu’ndan naklettiğiniz söz çok anlamlı ve düşündürücü fakat kitaplarında ve konuşmalarında itikadının bozuk olduğunu duyuyor ve okuyoruz. Üstü kapalı şekilde değil açık bir şekilde dile getiriliyor. Sizden açık ve net bir ifadelerle bizleri biraz olsun aydınlatmanızı istiyoruz.” Sorusunun cevabına geçebiliriz.
Mustafa İslamoğlu, Kur’an ve sünnet temelli eleştirel bakış açısına sahip önemli bir Kur’an âlimidir. Kendisi son birkaç asır müslümanların Kur’an’ın üç temel sacayağından ikisini terk ettiklerinden muzdariptir. Son asırlarda Kuran’ın lafız, mana ve maksat’tan oluşan üç temel esasından sadece lafzına (Arapça okunuşuna) önem verdikleri, mana ve maksadını göz ardı ettiklerini söylemekte ve hayatın tekrar Kur’an merkezli inşası için ayetlerin anlam ve maksadının dikkate alınması gereğini vurgulamaktadır.
“Bu sürecin sonucunda anlam üretimi durdu. Bu duraklama şu zincirleme sonucu doğurdu: Maksat göz ardı edilince mana gözden kaçtı ve üretilemez oldu, üretilemeyen mana giderek küçüldü ve ihmal edilebilir bir unsur gibi görüldü. Bunun sonucunda, oluşan mana açığını kapatmak için lafız yüceltildi. Yüceltilen lafız anlamanın değil hissiyatın konusu oldu. Hissiyatın konusu olan lafız artık nesneleşmiş olduğu için hayatın dışına kolayca itilebildi. Sonuçta, vahiy hayatı inşa eden özne olmaktan çıktı.” diyor kendisi.
Kaleme aldığı “Gerekçeli meal- tefsir” ile ilgili, giriş kısmında 11 yıllık bir çalışmanın ürünü olduğu, tefsir kitapları arasında nice geceler sabahladığını, bazı ayetlerin anlamı konusunda günlerce zihin yorduğunu ifade etmektedir. Meseleye ön yargısız bakan önemli ilim adamları şunu söylemiştir: “Bu kitap gerçekten büyük bir emeğin, derinlemesine bir çalışmanın ürünüdür.”
Hele “Kur’an’a göre Esma-i Hüsna” isimli eseri mükemmel. Allah’ın isim ve sıfatlarını bu kadar metodik, kapsayıcı ve anlaşılır bir biçimde anlatabilmek meziyet ister.
Çalışmalarının tamamında “Allah (cc), Hz. Peygamber (sav), Kur’an ve İnsan” konularında süzme ve büyük bir birikimin ürünü yeni, veciz bilgiler ortaya koyan, Kur’an ayetlerini günümüz Türkçesiyle, açık, anlaşılır bir dille ele alan bir âlimi “itikadı bozuk olmak”la itham edebilmemiz müslüman duruşuna asla yakışmaz.
SONUÇ:
1-İslam âlimleri toplumun gelişmesi ve ortaya çıkan yeni meselelerle ilgili sorunların çözümünde Kur’an ve Sünnetten çözüm yollarını aramaktadırlar. Bu samimice ve kurallarına uygun arayışlar farklı hükümler çıkarırsa bir rahmettir. İctihad kapısı kapalı olmadığına göre bu alanda yapılan çalışmalar ve farklılıklar meşrudur ve kişiyi küfre düşürmez. İslamoğlu’nun çalışmaları ve farklı yorumları da bu çerçevede değerlendirilmelidir.
2-Ehli-Sünnet âlimleri şu kaideyi ortaya koymuştur: “Bir insanın küfre girdiğini gösteren doksan dokuz özelliği bulunsa da tek bir tane müslüman olduğuna işaret eden özelliği bulunuyorsa o kişiyi küfürle itham edemeyiz.” Bu açıdan bakıldığında hocaya haksızlık yapıldığı açıkça ortadadır.
3-Ben İslamoğlu’nun sadece bir okuyucusuyum. Özellikle “Gerekçeli meal-tefsir” kitabını okuyunca “İşte budur” dedim. Her müslümanın okumasını ısrarla tavsiye ederim. Çok şey kazandıracağına inanmaktayım. Hayatını Kur’an’a adamış bir insanın “dinin dışında” görülmesini, “itikadı bozuklukla” itham edilmesini bir müslüman olarak hazmedebilmem mümkün değildir.
4-Bunu söylerken insanları kutsallaştırmak gibi bir amacım da yoktur. Peygamberlerin dışındaki tüm insanların günah işleme, hata yapma olasılığı vardır. Varsa eksikleri, hataları onları da eleştirmek, o görüşlerine itibar etmeme gibi bir özgürlüğün olduğunu da biliyorum. Ama kişiler değil fikirler eleştirilmeli.
İslam âleminin bunca parçalanmışlığı, tefrikası ortadayken ve bu parçalanmışlık maalesef ve maalesef “Kıyamete kadar İnsanlığa rehber olacak, son ve en mükemmel İslam Dini’nin güzelliğini zedelemekteyken” müslümanların bir birlerini hedef tahtasına koymalarını, din kardeşlerine adeta cihad ilan etmelerini hiçbir müslüman asla ve asla kabul edemez, etmemelidir.
İnsanlığı küfür karanlığından iman aydınlığına çıkarmak görevlendirilmiş “En hayırlı ümmetin” bir birini karalamakla uğraşması ne büyük kayıptır. Bu konuda âcizane benim şahsi görüşlerim bunlardır. Mevzuyu Hz. Peygamber (sav)’in evrensel bir ikazıyla kapatalım.
“La ilahe illellah diyenden elini çek!”