Pazarlı Araştırmacı Yazar Murat Ümit Hiçyılmaz, yöre kültürümüze bir dönem damga vuran SERENDER(nayla),DİBEK TAŞI ve DEĞİRMEN'in hayat hikayesini ilk kez yazdı.
Karadeniz coğrafyasında günlük yaşamın vaz geçilmez üç unsuru: Serender, dibek ve değirmen… Bunların nesiller boyu hayatımıza kattıkları ve atalarımızın onlara kattıkları… Bu bir nevi alışveriş… Onlar bize yiyeceklerimizi kurutmayı, saklamayı, öğütmeyi, una dönüştürmeyi vaat etti, biz ise onlara sanatı ve estetiği…
Araştırmacı Murat Ümit HİÇYILMAZ ile serenderleri, dibek taşlarını ve değirmenler hakkında önemli bilgiler verdi. Bunların günlük hayattaki işlevselliğinden, zaman içerisindeki değişimlerine kadar birçok püf noktasını aydınlatmaya çalıştı.
Kaçkar53.com editörü Abdullah Uzun ile yapılan bu önemli Röportajı sizlerle paylaşıyoruz.
A.UZUN: Murat Hocam; isterseniz olayın en başından başlayalım. Serender, dibek taşı ve değirmen yöremizde ne kadar eskidir veya az çok ortaya çıkışları aynı döneme mi denk gelmektedir?
M.Ü.HİÇYILMAZ: Evet, muhtemelen üçü de aşağı yukarı aynı dönemlerde hayatımıza girmiş olmalılar. Çünkü üçü birbirinden bağımsız işlevselliği olan dış mekân yapıları olarak değerlendirilemezler. Bilakis her biri bir öncekinin işlevini tamamlar niteliktedir. Üçü de yörede bilinçli tarım faaliyetlerinin başlamasıyla hayatımıza girmişlerdir. Dibek taşı ve değirmene tüm Anadolu’da rastlamak mümkündür ama serender tamamen yörenin aşırı nemli iklimine karşı üretilmiş dâhiyane bir projedir.
A.UZUN: Peki bunların hangi tarihte kullanılmaya başlandığı belli mi?
M.Ü.HİÇYILMAZ: Kesin bir tarih vermek zor. Yöremizde M.Ö. 500’lerde yaşayan ilkel insanların bilinçli bir ziraat faaliyeti yapabildiğini sanmıyorum. Bunun yerine temel yaşam kaynağı bal ve etti. Buna ilaveten kestane, fındık ve ceviz gibi bazı yemişlerin tüketildiğini seyyahların notlarından anlıyoruz. Tahıl ürünü yetiştirmek Anadolu’da çok eskidir ama Kaçkarlardan Kafkaslara kadar olan bölgede konuşlanmış ve Anadolu’yla pek irtibatı olmayan bir medeniyetin tahıl yetiştirmekte çok geciktiğini düşünüyorum. Zaten coğrafya da buna pek müsait değil. Belki de Batılı medeniyetlerin yöreye yaptıkları kolonyalist akınların sonucunda ilk bilinçli zirai faaliyetlerin başladığını iddia edebiliriz. Yine de kesin konuşmamak lazım, konu ile ilgili akademik bir çalışma yapılmalı.
A.UZUN: Serenderlerden, değirmenlerden konuşurken konuyu zirai faaliyetlere getirdiniz, mevzunun temelinde tarım mı var?
M.Ü.HİÇYILMAZ: Elbette… Her şey “ekmek” denilen yiyeceğin hayatımıza girmesiyle başladı. Ekmek için tahıl ekmek gerekiyordu. Bu iş için evvela yörede ekim yapılmalıydı ve bu sebeple ağaçlar kesildi, alanlar açıldı. Buralarda tahıl ekildi. Ancak ilk başlarda yörenin aşırı nemli iklimi hasat edilen tahılın çürümesine sebep oldu, yani bütün emek boşa çıktı. Ama atalarımız karşılaştıkları sorunlarla mücadele etme kabiliyetini edinmişti bir kere. Bu sorun karşısında da hemen çözüm üretti. Çünkü rutubeti alt etmenin en önemli aktörü yine doğanın kendisinde gizliydi yani rüzgârda. O halde tahılların sağlıklı bir şekilde kuruması için rüzgâra maruz kalması ama bir taraftan da yağmurda ıslanmaması gerekiyordu. Böylece evlerin hemen yanı başında ahşaptan olma basit yapılar ortaya çıktı ve bu tip tahıllar bu ahşap yapılarda kurutuldu. Yani böylece serenderlerin temeli atılmış oldu. Serender kelimesinin etimolojik kökenine baktığımızda da zaten Yunancada “kurutma” anlamındadır.
A.UZUN: Peki serenderlerde sadece tahıllar mı kurutuldu?
M.Ü.HİÇYILMAZ: Zaman içerisinde serenderler basit bir ahşap yapıdan profesyonel bir klimatöre doğru evirildi. Ahşap ızgaralardan, kemirgen hayvanların müdahalesini engelleyici unsurlara kadar birçok ilave yapıldı. Haliyle tahıllardan başka birçok meyvenin de bozulmadan saklanacağı bir ambara dönüştü serenderler.
A.UZUN: Biz serenderlerde kurutulan tahıl olarak sadece mısırı biliyoruz ama siz ısrarla mısır demiyorsunuz, bunun yerine genelleme yapıp tahıl kelimesini kullanıyorsunuz?
M.Ü.HİÇYILMAZ: Güzel bir yere temas ettiniz. Mısır yani yöresel ismiyle lazut Karadeniz insanının mutfağında çok da eski bir tahıl değil aslında. Mısır denilen bitkinin ana vatanı Amerika kıtası yani Amerika’nın keşfinden sonra varlığı tespit edilmiş bir bitkiden bahsediyoruz. Amerika’nın keşfi malum 1492, orada varlığı tespit edilen yeni sebze ve meyvelerden fide ve tohumların ana kıtaya getirilmesi, dağıtılması ve yayılması nereden baksanız 150 yıllık bir süreç. Akdeniz’de Mısır’ın İskenderiye limanından etrafa yayıldığı için bu tahıla Türkiye’de “mısır” ismi verilmiştir. Hülasa yeni bir tahıldan bahsediyoruz.
A.UZUN: O halde yöremizde mısırdan daha eski tahıllar olmalı?
M.Ü.HİÇYILMAZ: Tabii ki. Mısırdan başka yörede buğday, pirinç, arpa ve yulaf ekildiğini zaten biliyoruz ama esas burada bilmemiz gereken en önemli tahıl yerel bir “darı” türüdür. Yani ekmeğin ana hammaddesi olan tahıl, bir tür yerel darıdır ve zannediyorum endemik bir ırktır. Daha da detaylandırırsam, serenderlerde kurutulan, dibeklerde posası sıyrılan ve değirmenlerde una dönüştürülen ana tahıl darıdır. Bu darı; Osmanlı Devletinin yöre ile ilgili tuttuğu vergi defterlerine göre en çok vergisi verilen mahsullerdendir. Defterlere Farsça ismiyle “erzen” olarak kaydedilmiştir. Darının Pazar yöresindeki Lazca ismi “kurmi” dir. Ardeşen tarafında sanıyorum “ncğvari” diyorlar. Günümüzde bu darı çok az olsa da atmacacılar tarafından yetiştiriliyor diye duymuştum. İsmail Avcı Bucaklişi’den işitmiştim, bu darıdan yapılan bir çeşit lapa, ünlü Bizans yemekleri arasında geçiyormuş.
A.UZUN: Konu darıya odaklanmışken, bu noktada taş dibeklere geçelim mi?
M.Ü.HİÇYILMAZ: Taş dibekler, sadece Karadeniz’de değil tüm Anadolu’da aktif olarak kullanılan içi oyulmuş doğal taşlara denir. Bu dibeklerde tahılları, posasından veya kepeğinden ayırmak için ahşap bir aparatla dövülür. Anadolu’da elle tutulan ahşap tokmaklar kullanılır ama Karadeniz’de özellikle mısırın ana tahıl olmasından sonra ayaklı sistem geliştirilmiştir. Çünkü mısırda amaç taneleri gövdeden ayırmaktır, bu el tokmaklarıyla pek mümkün değil. Darı da ise tanelerin üzerindeki posanın ayrılması ana hedeftir. Eskiden her mahallede bir taş dibek mutlaka olurdu, köylüler bu dibekleri ortaklaşa kullanırdı.
A.UZUN: Taş dibekler genellikle yontularak ve içi oyularak mı elde ediliyordu.?
M.Ü.HİÇYILMAZ: Anadolu’dakilerin aksine Karadeniz’deki dibek taşları muntazam bir işçilik ihtiva eder. Bu da yöremizdeki taş işçiliğinin ne derece ileri seviyede olduğuna delalettir. Adeta makineden çıkmışçasına mükemmel bir geometrik işçilik… Zaten konunun en hassas noktası kanımca burası. Zaruretten hayatımıza giren serender ve dibek taşının, bir zaman sonra işlevselliğine hiç katkı sunmadığı halde bu derece sanatsal figürlerle bezenmesi ve adeta mükemmelleştirilmesi yöredeki sanat ve estetik anlayışının sonucudur. Açık söylemek gerekirse bu biraz da medeniyet meselesidir. Önce Selçuklu, sonra da Osmanlı’nın oluşturduğu muazzam bir medeniyet. Bunu sadece serender ve dibek taşlarında değil; camilerde, konaklarda, mezar abidelerinde, köprülerde, çeşmelerde ve dahi evlerin iç mekânlarında da görürüz. Yöremizde gerek taş, gerekse ahşap işçiliğini sanata devşiren yüzlerce eser halen daha ayakta duruyor. Bunları lütfen günümüzün kaba ve yalın, estetikten yoksun mimari anlayışla kıyaslayın. Bin yıl sonra günümüzün estetik anlayışı ile bizden önceki devirlerin estetik anlayışı kıyaslanabildiğinde, medeniyetimizin bilhassa 21. Yüzyılda büyük bir buhrana girdiği yorumu yapılacaktır.
A.UZUN: Anlıyorum. Biraz da değirmenlerden bahsedebilir misiniz?
M.Ü.HİÇYILMAZ: Değirmenler asırlardır işlevi değişmemiş olduğu için, ne olduğu ve ne işe yaradığı bilinen yapılardır. Değirmenleri mimari bir yapı olarak değerlendirmekten ziyade, sosyokültürel bir unsur olarak değerlendirmek daha doğru bir yaklaşım olur. Çünkü değirmelerin günlük yaşamdaki işlevi ve konumu kaçınılmaz bir şekilde bizi buna sürükler. Örneğin bir yapı olarak değirmende kullanılabilecek mimari ve sanatsal argümanlar; folklorik olarak değirmenlerde geçen peri masallarından yada değirmen beklerken yapılan köy sohbetlerinden daha ehemmiyetli değildir. Bu yüzden bence değirmenler mimari bir eserden çok, sözlü bir halk kültürü kaynağıdır.
A.UZUN: Peki, değirmenlerde mısır dışında bahsettiğiniz darı da öğütülür müydü?
M.Ü.HİÇYILMAZ: Bununla ilgili elimizde somut bir bilgi yok ama muhtemelen öğütülüyordu. Ancak çok eski değirmenlerin nispeten daha küçük ve dahi çarkının ahşaptan olduğunu biliyoruz. Birkaç örneğine saha çalışmalarımda tesadüf etmiştim. Çünkü değirmen taşında mısır dışındaki tahılların öğütülmesi çok daha kolay bir işlemdir. Yani küçük bir su kaynağı ile bile bu iş halledilebilirdi. Zannediyorum her ailenin en yakınındaki ırmakta küçük değirmenleri mevcuttu, bilemiyorum belki de Anadolu’daki gibi minyatür el değirmenleri bile vardı. Mısır sert ve iri bir tahıl olduğu için mecburen güçlü su kaynağına ihtiyaç hâsıl oldu. Ve böylece birkaç ailenin ya da mahallenin ortak kullandığı büyük değirmenler inşa edildi. Yöremizde sel taşkınları sıkça tekerrür ettiği için çok eski değirmenlerin pek azı günümüze kadar ulaşabildi.
A.UZUN: Peki toparlarsak?
M.Ü.HİÇYILMAZ: Serenderler, dibek taşları ve değirmenler geçmişin günlük ihtiyaçlarından doğmuş, önemli görevleri olan yapı taşlarıdır. Zaman içerisinde hepsi kendi mecrasında gelişmiş ve birer sanat eserlerine dönüşmüşlerdir. Bu da yöre insanının mimari ve sanat anlayışı ile irtibatlıdır. Günümüzde yok olmuş bir anlayıştan bahsediyoruz. Ancak bu eserlere sahip çıkarsak, işlevselliğini sembolik de olsa korursak bu kültürel yapı taşlarını belki gelecek kuşaklara taşıyabiliriz. Bu yüzden Karadeniz’de acilen interaktif müzeciliğin tatbik edilmesi gerekiyor. Bu tip geçmişte kalmış eşya veya yapıların ne şekilde çalıştığı ya da ne şekilde görev ifa ettiği ziyaretçilere uygulamalı olarak anlatılmalıdır. Yok ettiğimiz estetik anlayışını, en azından anlatmayı ve sembolik olarak yaşatmayı becerebilmeliyiz.
A.UZUN: Verdiğiniz bilgiler için çok teşekkür ediyorum.
M.Ü.HİÇYILMAZ: Rica ederim, kültürümüzü ve tarihimizi sürekli olarak gündemde tuttuğunuz için ben teşekkür ederim.