VEYSEL ATACAN
22.05.2014 15:58:26
TEVFİK
İLERİ
1911-1961
1911 yılında Rize İlinin Hemşin ilçesinin Gümnö bugünkü Yaltkaya köyünde doğmuştur. Babası Hafız Celal Efendi, annesi Fatma Hanım'dır. "İmamoğluları" olarak bilinen aileye mensuptur. Küçük yaşta kardeşleriyle beraber sivil kaymakam olan Büyükbabalarının yanına İstanbul’a giderler.
İlkokul, Sonra Gelenbevi Ortaokulu, ailesine yardım için tatillerde boynuna astığı bir kutu içinde sigara kâğıdı satışı.
Tevfik İleri “Okumak ve adam olmak için bunu yapmak zorunda idim. Sonradan seçim konuşmalarımı dinleyenler arasında benim mazimi bilen birisi bana işportacı diye taarruz etti, sandı ki beni hırpalayacak bir kusurdur. Gururla söylüyorum işportacılık yaptım”. O sıralarda ortaokullardan çıkanları imtihan ile mühendis mektebine alıyorlar. Gelen bevi’yi bitirir bitirmez imtihanlara girer ve kazanır. Yatılı olarak okur. Okulunun senede bir verdiği ayakkabıyı bayram ve tatillerde kardeşim ile sırayla giyer.
Cemiyet meseleleriyle ilgisi Üniversite ikinci sınıfta öğrencilere yapılan bir haksız muameleye başkaldırıyla başlar: o anı kendi anlatımı; “Bize karşı yapılan çok haksız muameleler bende haksızlıklarla mücadele hissini ve şuurunu yarattı.
Onsekiz yaşındaydım ve anladım ki hayat sadece bir matematik çözmek değildir. İnsan olarak daha birçok yapılacak işlerimiz vardır.
Üniversite dördüncü sınıfta, Yüksek Muallim Mektebi Talebe Cemiyeti idare heyetine girer. Bir sene sonra da cemiyet reisi, okulda son senesi olan 1933’te Milli Türk Talebe Birliği başkanlığına seçilir. Samimiyeti, iyi hitabeti, davalara inancıyla kısa sürede gençlerin ‘’Tevfik ağabey’i’’ olur.
Yabancı bir şirket olan Wagonli Ortaklığı’ndaki görevli memurların Türkler ile olan ilişkilerinde, Türkçe değil de yabancı dil kullanmalarını protesto etmek ve İstanbul’da ki bazı mağaza isimlerinin Türkçeleştirilmesini sağlamak üzere kampanyalar düzenlemesi.
Bulgaristan’ın Razgrat şehrindeki Türk mezarlığının tecavüze uğraması ile galeyana gelen gençlere İstanbul’daki Bulgar mezarlığına çelenk koydurarak Türklere yakışan şekilde karşılık verilmesine öncülük etmesi nedeniyle tevkif edilir. Beş gece tevkifhanede kaldıktan sonra yüzlerce arkadaşının alkışları eşiliğinde tahliye edilir. Bu olay üzerine, ATATÜRK Hariciye vekili Tefik Rüştüyü çağırır ve sorar. Bugarıstanda Türk mezarlığına saldırı olmuş bizim gençlerde karşı mumayış yapmış, bir kısmı tutukluymuş sen bu hadise hakkında ne mutaladasın. Tefik Rüştü Paşam vatan perverlik kolay değildir.
Bu gençleri mahkûm eder ve vatan perverkillerinden dolayı bu gençleri böylece mükâfatlandırırız. . Bulgar dostlarımıza da bakın biz sizinle okadar dosttuzki bu uğurda kendi gençlerimizi mahkûm ettik, deriz ve böylece meseleyi iki cephesi ile halletmiş oluruz. Bu söz üzerine ATATÜK sen bu kadar anlarsın. Biz senin dediğin gibi yaparsak peşimizde görmek istediğimiz gençliği karşımızda görürüz demiş ve Şükrü Kayaya. Bu işi sen hallet demiş.
Gençliğin bir araya geldiğinde beraberce söyleyeceği bir şarkı, bir marş olmadığını fark ediyorlar ve gençliği bir araya toplayarak marş öğretmeye karar verip kurslar açar. 1930’da Üniversite’de öğrenci iken tatillerinde Hemşin’e gider. Tatil için gittikleri Hemşin’de bugün ki Çamlıhemşin ilçesinin şen yuva köyünden Vasfiye hanımla nişanlanır. O sıralarda İleri çok sevdiği annesini kaybeder.
İlk memuriyeti olan Erzurum’a gelir ve Erzurum da evlenir. Bir an evvel hayata atılması, kardeşine sahip çıkması gerekiyor.
Üniversitedeki hocaları kendisine okulda kalmasını, akademik kariyer yapmasını teklif ederler. Kendisini İstanbul veya Ankara’ya tayin ettirip, ilerideki hayatında, faydalı olur düşüncesiyle, orada hukuk tahsili yapmasını sağlamak istiyorlar.
İleri ’’Eğer birde hukuk tahsili yaparsam Ankara’da vekâlette alıkoyarlar, hâlbuki idealim Anadolu’da hizmet etmek, vatanı bütün çıplaklık ve yakınlığıyla görmek,’’ diyor ve bu teklifi kabul etmeyerek Erzurum’a gidiyor.
Erzurum’da dört sene, Orada ilk çocukları İlker dünya’ya gelir fakat ilk çocuklarını daha kırk günlük iken kaybederler. Erzurum’da boş zamanlarında gönüllü öğretmenlik yapıyor.
Pazar günü teknik bir sorun için müşavirlik yapmak üzere gittiği bir özel fabrikada, kendisine teklif edilen ücreti kabul etmediğini, gerekçe olarak da fabrikanın aracı ile gidip geldiğini, vazifesini yaptığını, bunun için de para alması söz konusu olmayacağını söylüyor.
Tayinleri sırasında taşınması için devletin verdiği ve hakkı olan yolluğa ihtiyacı olduğu halde kabul etmiyor. İlk memuriyetinde başlattığı bu prensibi, hayatının sonuna kadar devam ettiriyor..1939 yılında Elazığ’a babasını ziyaret ettikleri sırada Çanakkale’nin Türk Ordusu’nun hâkimiyeti altına girişinin yıldönümü münasebetiyle Halkevi Meydanı’nda bir kutlama tertip edilmiş ve bir konuşma yapması istenmiş.
Ondan önce konuşanların Çanakkale’nin Türk Ordusu hâkimiyetine terk edilmesine izin veren İngiliz, Fransız ve diğer itilaf Devletleri başkanlarına minnettar olunması gerektiği yolundaki ifadeleri üzerine, sırasını beklemeden heyecanla balkona çıkıyor.
’’Muhterem Elazığlılar benden evvel konuşanlar bu günün muvaffakiyetini İngiliz, Fransız hükümetlerinin, lütuf ve müsaadelerine borçlu olduklarını ve o hükümetlere müteşekkir olduklarını söylediler. Arkadaşlar, inanmayın bunlara. bu mesut günü mübarek Türk şehitlerine ve onların düşmanlarının kanıyla bulanmış süngülerine borçluyuz.
Bunun aksini söylemekle bu uğurda canlarını veren evlatlarımız, kardeşlerimiz olan mübarek şehitlerimize ihanet ediyorlar.“Erzurum’dan sonra 1937 yılında, Çanakkale’ye tayin ediliyorlar. Çanakkale’de Nafıa Müdürü olarak görev yapıyor. Orada da ilk defa bütün halkın iştirakiyle şehitleri anma, ziyaret günü tertip ediyor. Halkevi hoparlörüyle yapılan çağrıya yüzlerce kişi geliyor. Gençliğinden itibaren içinde taşıdığı vatan, millet aşkını, bu millete bir şeyler yapabilmek sevdasını, gittiği her yere götürüyor. . Şartların müsait olup olmaması, hatta memuriyetinin tehlikeye girmesi pahasına da olsa doğru bildiğini, her ortamda söylüyor.
1941 yılında Halkevlerinin yıldönümü münasebetiyle bir toplantı yapılıyor. Halkevleri başkanı konuşuyor ve o sene zarfında yapılan faaliyetleri anlatıyor: ’’Vilayete gelen büyükleri karşılama, uğurlama, danslı toplantılar, balolar.’’ O sırada orda olan ve konuşmaları dinleyen İleri: ’’Cevap vermeden duramayacağım, diyor ve kürsüye çıkıyor. Arkadaşlar, biraz evvel Başkanın konuşmasını dinlediniz, hizmet diye yapılan işleri işittiniz.
Bu meydanda bazı köylerde kurslar açıldığını, kültürel faaliyetler yapıldığını da beyan etti. Hakikatte bunların hiçbiri yapılmamıştır… Karşılama, uğurlama gibi faaliyetler yapılmıştır, çünkü bu müessesenin başında bulunanlar, bu sayede bu mevkide tutunabilirler.
Hâlbuki yurdun her tarafına yapılması lazım gelen imar hareketinin bu mübarek Çanakkale şehrinde daha fazla olması lazımdır. Bu şehitler yatağı Çanakkale’ye ne yapılsa azdır,’’ diyor.Dinleyiciler arasında bulunan Kolordu Komutanı da kürsüye çıkıyor ve : ’’Arkadaşlar, bir asker olmam dolayısı ile bu kürsüde konuşma salahiyetim olmadığını biliyorum ama buraya, şimdiye kadar ismini işitip de tanışamadığım Nafıa Müdürü Tevfik İleri şerefine Ordu Evi’nde tertip edecek olduğum toplantıya, burada bulunan herkesi davet etmek için çıktım,’’ diyor. Yine orada Namık Kemal’i anma gününde konuşurken, Ölmüş büyüklerimize saygı göstermez ve unutursak, şimdi hayatta olanlar da aynı akıbete maruz kalırlar.’’ Çanakkale’de ikinci çocukları İlkay dünya’ya gelir. Onu da bir buçuk yaşında iken kaybederler. İkinci evlat acısı, 1941’de üçü çocukları Cahide dünyaya gelir.
. 1942’de Samsun’a tayin edilerek, Çanakkale’den ayrılırlar. Samsun’da 1943 yılında Ayşe, 1945’de Cahit dünyaya gelir. Samsun’da önce Nafıa Müdürü, Sonra Yedinci Bölge Müdürü.
1946’larda Samsun Karayolları Bölge Müdürü iken, kavak’ta, bayram namazı için camiye gidiyor. Hoca efendinin vaazını dinliyor.
Hoca vaaz sırasında insanların işleyebilecekleri herhangi bir küçük günah veya kabahatlerden dolayı cehenneme gideceklerini, azap çekeceklerini söyleyerek orada bulunanları korkutunca İLERİ Dayanamayıp müdahale eder. ’’Hoca efendi, yanlış konuşuyorsun, Allah affedicidir, insanlar kul olarak hata işleyebilir, sizin insanları ürkütmeye hakkınız yok, sizi Müftülüğe şikâyet edeceğim,’’.
Hoca efendi daha sonra gelip: ’’Bana da böyle öğrettiler, benim kabahatim yok, şikâyet etmeyin,’’ diyor ve olay orada kapanıyor. Aslında böyle cahil, bilgisiz hocalar yerine bilgili, kültürlü, bilinçli din adamları yetiştirmek için İmam Hatip Okulları ve Yüksek İslam Enstitüsü’nün açılması lüzumunu hissetmişlerdi.
1959 yılında Yüksek İslam Enstitüsü’nün açılış töreninde yaptığı konuşmada: ’’Milletimize İslamiyet’i her türlü hurafelerden uzak olarak ve bütün güzellikleriyle telkin edecek, edebilecek vasıfta din adamları yetiştirilecektir. ’Temizliğin imandan’ olduğunu söyleyen, çalışmayı emreden ve Hz. Ömer’in ağzı ile: ’Çocuklarınızı sizden sonraki zaman için hazırlayın’, diyen bir dinin mensupları eğer ilim’siz kalmışsa, tembel kalmışlarsa, temiz olmamışlarsa, geri kalmışlarsa, bunun sebebi İslamiyet olmamak icap eder,’’ diyor.
1950 de yapılan ilk demokratik seçimde C H P ve Demokrat partiden teklif gelir. Kendisi Demokrat partiden aday olur.IX., X., XI. Dönem Samsun Milletvekilliği yapan İleri, meclise girişinin hemen ardından
Ulaştırma (1950'de çok kısa bir süre), Milli Eğitim(1950-1953 ve 1957), Devlet Bakanlığı ve Başbakan Yardımcılığı (1957-1958) ve Bayındırlık Bakanlığı (1958-1960) görevlerinde bulunmuştur; 1953-1955 yılları arasında TBMM başkanvekilliği yapmıştır.
İşte gençliğinden itibaren başlayan ve son anına kadar onu yönlendiren bu duygular olmuştu: Bu millete, memlekete hizmet. Bakanlığı da diğer vazifeleri gibi yalnızca bir hizmet aracı olarak görmüş ve: ’’Vekil olduğumu, önüme gelen evrakları imzalarken hatırlıyorum.’’demişti.
2 /10/1950 DERS YILI AÇİLİŞİ BAŞLARKEN
’’ Sevgili öğrencilerimiz,Biliyorsunuz aziz Atatürk bu vatanı, bu milleti ve bütün inkılâplarıyla bu Cumhuriyeti siz gençlere emanet etmiştir. Bu emanete en ufak bir ihanette bulunmamak ve bu emaneti daha gürbüz, daha güzel ve daha müreffeh bir şekilde elden ele ve nesilden nesil’e devretmek mecburiyetindesiniz.
Tarih, gençleri hakkiyle çalışmayan ve vatanlarına sahip olmasını bilmeyen milletlerin nasıl ayaklar altında çiğnendiğini ibretle kaydetmiştir. Sizin de görüp işittiğiniz son tarih olayları bunlara yeni misaller eklemiştir.
Bu misallerden azami derecede ders alarak, size emanet edilen bu aziz Cumhuriyeti muhafaza etmek ve yükseltmek için bütün milletlerin çocuklarından daha çok çalışmak ve vatan anaya daha çok hizmet etmek mecburiyetindesiniz. Bu konuşmalarım esasında sizi, derslerinize not ve diploma almak için değil, memleketin istediği iyi Türk çocukları olmak için çalışırken, öğretmenlerinize muhabbet ve saygı ile bağlanmış olarak, ailelerinize hudutsuz derecede hürmetkâr ve her zaman Milli Eğitim Bakanı olarak bahtiyar olacağım.
10.11.1959’da
Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nde yaptığı konuşma; Üniversiteler arası Kurul’a başkanlık ederken, bu memleketin en kıymetli ilim adamları ve profesörleri ile bir arada iken bir meseleyi huzurlarına getirdim. O günlerde bu memleket içinde, gençler gençlerle, vatandaşlar bir münakaşanın içindeydi: Sen Atatürk inkılaplarına sadıksın, sen Atatürk inkılaplarına sadık değilsin, hainsin.. İşte o hengâmede ben bu muhterem ilim adamlarının huzuruna şu meseleyi getirdim:
Hangi hareket, hangi fiil, hangi göz inkılâpçı bir harekettir, inkılâpçı bir fiildir, inkılâpçı bir sözdür ve hangileri değildir? Çünkü bir harekete inkılâpçı hareket, bir insana inkılâpçı diyebilmek için veya aksini söyleyebilmek için bir takım ölçülere, kıstaslara muhtacız. Aksi takdirde bu en aziz mefhum, birbirimizi yaralayan bir silah haline gelebilir. Konuşuldu bu mesele üzerinde. Ve nihayet İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi profesörlerinden muhterem bir arkadaş, bir fikir ortaya attı. Dedi ki: ’’En büyük inkılâpçı, Atatürk. İnkılâpları yaratan O. O halde bunun ölçüsünü, kıstasını, bunun tarifini Atatürk’ten alalım.’’
Ve dedi ki: ’’Atatürk’ün bir Onuncu Yıl Nutku var. ’’Ne diyor Atatürk orada Diyor ki: Türk Milletini muasır milletler seviyesine çıkaracağız. Bu, Atatürk’ün sözü. Bu, Atatürk’ün vasiyeti. Bu, Atatürk’ün, bu günün gençliğine ve yarının gençliğine verdiği ve bizden sonra asırlarca gelecek bütün Türk nesillerine Atatürk’ün vasiyeti. Her devirde medeni millet var. Türk, her devirde o devrin en medeni milleti seviyesine çıkacak.
Şahıslar olarak, cemiyetler olarak, hareketlerimiz, fiillerimiz, sözlerimiz, gidişatımız, Türk Milletini muasır milletler seviyesine çıkarmaya yetiyorsa,
bu hareketler inkılâpçı hareketlerdir. Fakat eğer bir takım hareketler, Türk Milletinin muasır milletler seviyesine çıkmasına engel oluyorsa, bu hareketler, inkılâplara zıt, inkılâplara karşı hareketlerdir ve onu yapanlar inkılâp düşmanlarıdır.
Ölçü bu. Atatürk bu nutkunda, bu vatanı mamureye çevirip, çok çalışacağız, diyor. Atatürk bu nutkunda, en kısa zamanda en çok işi yapacağız ve ancak bu suretle medeni milletler seviyesine ulaşacağız, diyor. O halde, kuru kuruya inkılâpçıyım demekle inkılâpçılık olmaz.
Bu vatanı mamure haline getirmeye çalışıyor musun?
Bunu eserlerinle gösteriyor musun? Sen inkılapçısın, sen Atatürkçüsün.. Sen çok çalışıyor musun? Sen inkılâpçısın. Sen az zamanda çok iş başarıyor musun? Sen Atatürk’ün alnından öpeceği insansın, O’nun sevgisine hak kazanmış insan sensin.
Yoksa sen tembel oturacaksın ve inkılâpçılığı hiç kimseye bırakmayacaksın; Sen bir vatan üzerinde yaşayacaksın, o vatanın köyünde su olmayacak, köyünde yol olmayacak, köprüsü olmayacak, fabrikası olmayacak, barajı olmayacak, limanı olmayacak, iskelesi olmayacak ve sen gene diyeceksin ki, bütün olmayanların ortasında, ‘’Ben Atatürkçüyüm ve inkılâpçıyım ve Atatürk’ten yanayım’’. Olmaz böyle şey.
Atatürk sevgisine geliyorum..
Çocuk vardır, talebe, ilk mektepte, ortada, lisede, üniversitede; hocasını sever. ’’Ben hocamı çok severim’’ der. Ne iyi şey.. Hocayı sevmek iyi şey. Talebesi tarafından sevilmek, sevilen bir hoca olmak iyi şey. Ama asıl mühim olan şey, hoca talebeyi seviyor mu? Ben çok tembel talebeler bilirim, hocasını çok sever. Hem, kendisini sınıfta bırakan hocayı sever.Sever, çünkü hoca sevilecek mahluktur.. Ama hoca talebeyi sevmez..
Türkiye’de Atatürk’ü sevmeyen tek vatandaş yok. Türkiye’de Atatürk’ü bütün vatandaş, bu memleketin taşı toprağı seviyor. Ama mühim olan, Atatürk bizi seviyor mu? Atatürk beni, Atatürk seni, Atatürk onu seviyor mu? Mühim olan bu. Elbette Atatürk’ü seveceğiz. O marifet değil. Bize bir vatan hediye etmiş.. Bize ufuklar açmış. Birçok geriliklere ‘’dur’’ demiş. Bizi ileriye itmiş. Elbette seveceksin. Bu marifet değil. Marifet Atatürk bizi seviyor mu? 10 Kasım günü, bence mizan günü olmalı, Hesap günü olmalı. Oturmalıyız, geçen seneden bu seneye ne yaptık?
Atatürk’ün mübarek ruhu önüne ne serdik? Ve bunun neticesinde Atatürk’ü acaba memnun edebildik mi?Bunu sormalıyız.. Atatürk tarafından sevilmenin, Atatürk’ü memnun edebilmenin, Atatürk’ün bağrına basılacak insan olmanın sırrı ne, şartı ne? Gene Onuncu Yıl Nutkuna döneceksin. Çok çalışacaksın. Vatanına ve milletine çok hizmet edeceksin. Çünkü Atatürk vatan ve millet sevgisinin müşahhas timsalidir.
Atatürk çok çalışıyordu.Talebeliğinden, öldüğü ana kadar..Şimdi bir genç tasavvur ediniz. Bir sınıfı dört senede okuyor.Ondan sonra diyor ki: Ben Atatürk’ü çok seviyorum ve ben inkılapçıyım.. Sen sevedur. Ama ben şimdiden sana üzüntü içinde söyleyeyim ki, Atatürk seni sevmiyor. Neden? Atatürk’ün sevdiği insan olabilmek için Atatürk gibi çalışmak, gece gündüz çalışmak ve bu vatana hayırlı olmak icap eder… Ben 10 Kasım günlerini onun aziz hatırasını anmakla beraber, milletçe O’na hesap verecek bir gün telakki ediyorum.
Atatürk’e sunulacak en güzel çelenk, dünkünden, bir senekinden daha mamur, daha mücehhez, daha kuvvetli,
daha münevver bir vatandır.
Eğer bu seneki vatan, geçen 10 Kasımdaki vatandan daha mamur ise, daha kuvvetli ise, daha şanlı ve şerefli ise, her bakımdan daha münevver ise, biz Atatürk’e karşı alın açıklığı ile çıkabilip,
O’na en mübarek, O’nu en çok memnun eden hediyeyi sunmuş olmakla bahtiyar olabiliriz.
Atatürk’ü ve O’nun inkılâplarını bu memlekette bir avuç insanın malı addetmek, hâşâ, Atatürk’e ve inkılâplarına yüzde yüz bağlı ve yüzde yüz sahip ve sadık Türk Milleti nede, inkılâplara da,
Atatürk’e de saygısızlık olur. Eğer Atatürk’ün ölümünden 21 sene sonra hala Atatürk ve O’nun inkılâpları bir avuç insanın kabul ettiği şeyler ise, dava muvaffak olmamış demektir. Hâşâ. Reddederiz. Atatürk inkılâpları en uzağa kadar bütün köylere girmiştir.
Ölçümüz bu milleti medeni milletler seviyesine çıkartmak. Türkiye’de zaman zaman kendilerini mintarafillah inkılâpların bekçisi addedenler, diyebilirler mi ki, bir tek köy gösterebilirler mi ki, bu memlekette, bu milleti medeni seviyeye ulaştıracak olan traktörün köye girmesine mani olmuştur. Bir tek köy gösterebilirler mi?
Bilakis, bütün Türk milleti, kendisini o medeni milletler seviyesine çıkaracak olan traktörü de, selektörü de, okulu da, sondaj makinesini de, elektriği de imar planına kadar her şeyi ile istemektedir. Böyle aziz bir millete, bir takım hasis menfaatler uğruna, Atatürk inkılâplarına zıt insanlardır diyerek hitap etmek, hem Atatürk’ü rencide eder, hem milleti rencide eder.
Allah’a bin şükür Atatürk inkılâplarının, Atatürk davalarının bekçisi topyekûn bir millettir, Türk Milleti. Ve biz bu gün 10 Kasım gününde, bu hesap ve mizan gününde, Atatürk’e çelenklerin en muhteşemini sunmakla bahtiyarız. Ve her 10 Kasım da bu muhteşem çelenkleri sınmakla bahtiyar olacağız. Bu çelenk, demin dediğim gibi, mamur, mücehhez, münevver, geçen yıla nazaran daha mamur, daha mücehhez, daha münevver bir vatan.
Hürmet, rahmet, minnet aziz Atatürk’ün ruhuna olsun ve O’nun işaret ettiği yolda gayret, topyekun bize, Türk Milletine olsun..
1952’de yaptığı bir konuşmada şöyle söylüyor: ’’İlkokul çocuğu terbiye ve telkin çağındadır. Onun için biz din dersini de ilkokula koymuş bulunuyoruz… Bizim için yol, köprü, mektep yapmak nasıl sırf bu millete hizmet için yapılan işler ise, din bilgisinin Müslüman Türk çocuklarına en müspet şekilde mekteplerimizde vermek de bir millet hizmetidir… Yine bu endişe ile bu milletin münevver, Müslüman din adamlarına ihtiyacını karşılamak için, İmam Hatip okulları’nı yeniden açmaya başladık… Bu mekteplerde dini bilgilerle beraber fizik, kimya, matematik ve yabancı dile kadar bütün bilgiler verilmektedir.
İşte bu şekilde yetişen münevver din adamlarımız halkın karşısına geçtiği vakit, radyo dinlemek günahtır demeyecektir. Çünkü asıl bu şekilde söylemek dinimize aykırıdır, günahtır. Çünkü bizim dinimiz,’beşikten mezara kadar ilmi arayınız, diyen bir dindir.
“Boğaziçi Köprüsü’nün yapılacağını 26.21960’da Türkiye Büyük Millet Meclisi bütçe konuşması sırasında söylüyor.Yani darbeden üç ay önce:’’..Arkadaşlar, İstanbul Köprüsü’nü yapacağız.
İstanbul Köprüsü’nün detaylarına kadar bütün projeleri hazırdır. Avrupa’yı Asya’ya bağlamanın şerefi de Türk milletine ve iktidarımıza nasip olacaktır ve otuz sekiz saat Sirkeci’de kamyonların beklemesi tarihe karışacaktır,’’ diyor. Köprü 10 sene sonra ancak yapılabiliyor. Bugün üçüncü köprüyü konuşuyoruz ve Altan tüp geçit çalışmaları yapılıyor.
Yine bir konuşmasında: ’’Yirmi beş senelik bir inkılâp rejiminden sonra bu memlekette irticaının hortlayabileceğinden bahsetmekten eza duyarım, utanırım. Cumhuriyetle doğanlar şimdi yirmi beş yaşındalar.
Bizler ki gözümüzü inkılâp’ın kucağında açtık. Kırka dayanmış bulunuyoruz. O halde irtica’ı yapacak olanlar yaşı elliyi, atmışı aşkın olanlar mı? E biz nerdeyiz? Atatürk’ün inkılâbı da,
Cumhuriyeti’ de, milleti de emanet ettiği bizler, sizler neredesiniz? Bu memlekette irtica tehlikesi varsa, mesul sadece biz Türk münevverleriyiz. İrtica bizden gelmedikçe ben bu memlekette geriye dönüş hareketlerinin olacağına inanamıyorum.
Maarif Vekilliği sırasında öğretmen ve sanatçıların özlük hakları hususların da çalışmalar yapmış. İlkokul öğretmenlerinin İntibak Kanunu, Türk Sanat Tarihi Enstitüsü’nün kurulması, Köy Enstitüleri ile öğretmen okullarının aynı statü altında birleştirilmesi Enstitü mezunu öğretmenlere öteki öğretmenlerin sahip oldukları haklara kavuşmasının sağlanması, Öğretmen Okulu mezunlarına lise bitirme sınavlarına girme ve üniversiteye devam hakkının tanınması, Türk Kültür Eserleri Serisi’nin yayına başlatılması, İslam Enstitülerinin açılması, Cumhurbaşkanlığı Filarmoni Orkestrası’nın üniversitelerde, ordu da ve çeşitli bölgelerde konserler vermeye başlaması, Orkestra Kanunu’nun çıkarılması, Devlet Tiyatro ve Operası elemanlarına ait Kadro Kanunu’nun yeniden düzenlenmesi, Devlet Tiyatro ve Operası’na, Anadolu’da temsiller verme imkânının sağlanması gibi ve buna benzer birçok konu gerçekleştirilmiştir.
Ve sonra hazin bir sonuç: Yassı ada ve 146/1 ve 59’uncu maddeye muhalefet iddiasıyla ve ittifakla alınan bir karar ile müebbet hapis cezası. Sonra İmralı Adası’na yollanış. İmarlıda hemşerisi İzzet Akça la aynı yerdedir. Her fırsata Hemşin den konuşurlar. Kitap okular. İmralı Ada’sından yazdığı ilk mektubunda:’ Beni sevenler benim kadar dayanıklı olmalıdır. Şimdiye kadar seksen kazadan kurtuldum. Çoktan ölmüş olabilirdim. Demek ecelim gelmemiş.
Senelerce hep ölmeden evvel karıma, çocuklarıma bir tekaüd maaşı bırakmayı düşünmüştüm. Bu mahkûmiyet tekaüd aylığıma da dokunacak galiba. Allah bana aç kalmayacağınızı gösterdi ve bunun tadını tattırdı. Sizin yaşadığınız dünyadayım. Hasret kelimesini kullanmayın, hasret değilim. Çünkü sizden uzak değilim ki hasret olayım. Maddenin ne kıymeti var, manen hep beraberiz, ’’diyordu.
İmralı’da kısa bir müddet kaldıktan sonra yine kelepçelerle uçağa bindirilip Kayseri Hapishanesi’ne hücre cezasını çekmek üzere naklediyorlar.
Yine Kayseri’den yazdığı mektupların birinde: Allah var. Büyük Allah var. Her şeyi görüyor, biliyor. Gördüğüne ve bildiğine inanıyorum. Gerisi laf’ı güzaf... Yapılacak tek şey tebessüm etmektir. Size mal, mülk servet bırakamadım. Yanlız, size şerefli, namuslu, erkek bir ad bırakabildim. Hiçbir zaman başınız yere bakmayacaktır.
Bununla müteselliyim, siz de bununla iftihar edeceksiniz.’diyordu.
02.11.1960 tarihli mektubunda:’’ Benim için yaptığınız dua da evvela hesap vereceğim güne kadar sağ salim olmam ve sonra alın akı ile hesabımı vermem için olsun. Ne pahasına olursa olsun, şerefimi, haysiyetimi, namusumu ayaklar altından kurtarmak birinci gayemdir.
Bütün hayatım sanki böyle bir günün geleceğini biliyormuş gibi hesap verecek şekilde, sıkıntı içinde, feragatle geçti. Onun için bu hesabı vermeliyim. Ömürlü olmak, tekrar birbirimize kavuşmak ondan sonraki iş ve Allah‘in takdirine bağlı. Benim gibi düşündüğünüze eminim,’’diyordu.
18.10.1960 tarihli mektubunda da: ’’Vicdanından emin insanların fütursuzluğu ile ve neticeyi hiç düşünmeden hesap vereceğim günü bekliyorum. Tek ümit kapım, eğriyi, doğruyu bilen Allah kapısıdır.
Sevgili Mevlana: Ey gönül gafil olma, Hak’tan uzaklaşma, zira Hak’kın binlerce zahmeti, lütfü, kapı açması vardır,’ demiyor mu, işte ben işte sizler bu inançla rahatız, bahtiyarız,’’ diyordu.’’… Ölümünden bir gün evvel: ’Büyük Allah’ıma, en büyük hâkim olan milletime hesabımı vermeden beni hasta etme, diye yalvarmıştım… Allah duamı kabul buyurdu ki, ilk sancıyı hükümlerin açıklanmasını müteakip götürüldüğüm İmralı’da hissettim.
Ve çok şükür büyük milletime hesabımı verdim. Hele hiçbir surette haksız iktisabım olmayışının tespit ve ilanı ise hayattaki en büyük sevincim oldu,’diyordu,’’
Ne pahasına olursa olsun, şerefimi, haysiyetimi, namusumu ayaklar altından kurtarmak birinci gayemdir. Bütün hayatım sanki böyle bir günün geleceğini biliyormuş gibi hesap verecek şekilde, sıkıntı içinde, feragatle geçti.
Onun için bu hesabı vermeliyim. Ömürlü olmak, tekrar birbirimize kavuşmak ondan sonraki iş ve Allah‘in takdirine bağlı. Benim gibi düşündüğünüze eminim,’’diyordu.
18.10.1960 tarihli mektubunda da: ’’Vicdanından emin insanların fütursuzluğu ile ve neticeyi hiç düşünmeden hesap vereceğim günü bekliyorum.
Hücredeyken rahatsızlığı arttı ve Kayseri Hastanesi’ne nakledildi. Orada her geçen gün hastalığı daha da kötüye gitti
Tek ümit kapım, eğriyi, doğruyu bilen Allah kapısıdır. Sevgili Mevlana:’ Ey gönül gafil olma, Hak’tan uzaklaşma, zira Hak’kın binlerce zahmeti, lütfü, kapı açması vardır,’ demiyor mu,
işte ben işte sizler bu inançla rahatız, bahtiyarız,’’ diyordu.’’… Ölümünden bir gün evvel: ’Büyük Allah’ıma, en büyük hâkim olan milletime hesabımı vermeden beni hasta etme, diye yalvarmıştım…
Allah duamı kabul buyurdu ki, ilk sancıyı hükümlerin açıklanmasını müteakip götürüldüğüm İmralı’da hissettim. Hastalığı daha da ilerleyince Ankara Hastanesi’ne nakledildi. 1961’i 1962’ye bağlayan yılbaşı gecesi kaybettik.
Ankara Hastanesi’nden alınan naaşı, önce aylardır hasret olduğu evinin önünden geçirilerek Cebeci Asri Mezarlığı’na kadar yaya olarak götürüldü. İşte, elli sene gibi kısa süren bir ömür.
VEYSEL ATACAN