Bu konuda vesvese yapmanız doğru olmaz. Bu şekilde kıldığınız namazlarınız geçerlidir.
Etrafımıza şöyle bir göz atalım; dağlar, taşlar, bitkiler, hayvanlar, ay, güneş ve yıldızlar hayalimizden sıra ile geçsinler. Bunların hepsi maddi varlıklar, ama birbirlerinden ne kadar farklılık gösteriyorlar?!.
Bir de göremediğimiz, ışınlar alemini, yer çekimini, güneşin cazibesini düşünelim. Bunların da yine birbirinden çok farklı şeyler olacaklarını dikkate alalım.
Ve şöyle devam ettirelim düşüncemizi:
Ateş topraktan ne kadar farklı ise, şeytan da ademoğlundan o kadar ayrı olmalı. Karanlık ışıktan ne kadar uzak ise, cinler de meleklere o kadar benzememeli.
İlahi imtihana tabi tutulan iki tür varlık: İnsan ve cin.
Her ikisinin de inananları ve inanmayanları var. Her ikisinde de hayırlı ve şerli fertler mevcut. Her iki cinsin de mürşitleri ve müfsitleri bulunuyor. İşte cin türünün, Allah’a isyan eden en şerli ferdi: Şeytan.
İnsanın bedeni topraktan yaratılmış ve o haneye ruh misafir olmuş. Cinler ise doğrudan ateşten yaratılmışlar. Zaten şeytanın kaybettiği ilk ve en büyük imtihan da bu yaratılış farkından kaynaklanmış ve ateşten yaratıldığı için insandan üstün olduğunu iddia etmekle ve Hz. Adem’e(a.s.) secde etmemekle huzurdan kovulmuş ve lanetlenmiş.
Şeytan, cin türünden olduğu için, normal olarak da ömrü insan ömründen fazladır. Bununla birlikte, bu asi cinniye, kendi isteği üzerine ve gerçekte bir ceza olarak, uzun bir ömür verilmiş ve insanlara kıyamet gününe kadar musallat olmasına müsaade edilmiş.
Hiç şeytan olmadan da Cenab-ı Hak insanları sadece nefisle ve dünyanın ahvaliyle, imtihan edebilir ve sonunda onları layık oldukları saadete erdirebilir yahut azaba duçar kılabilirdi. Bu konuda şeytanın da devreye sokulması, gerçekte, ona verilmiş büyük bir cezadır. Çünkü, ne kadar insanı kötü yola sevk etmişse onların işedikleri
günahların bir katı da kendisine yazılmakla azabı akıl almaz derecede artmış, Kahhar ismine en ileri mertebede mazhariyete layık kılınmıştır.
“İnsanlarda şeytan vazifesini gören cesedli ervah-ı habise bilmüşahede bulunduğu gibi, cinniden cesedsiz ervah-ı habise dahi bulunduğu, o kat’iyyettedir.” (Lem’alar, s.82)
Birisini görüyorsunuz, karşısındaki insana birtakım yanlış fikirler aşılamaya çalışıyor. Konuşurken muhatabının koluna, ayağına değil, gözüne bakıyor. Göz penceresinden ruha nüfuz etmeye, ona bir şeyler telkin etmeye çalışıyor. Bu iki şahsın bedenlerini hayalen ortadan kaldırırsanız, ortaya iki ayrı ruh çıkacaktır. Ve bunlardan birisi diğerini aldatmak istemektedir.
Hal böyle olunca, şeytanın, insan ruhunu saptırmak, onu doğru yolan çıkarmak için çalışması akıldan uzak görülmemeli.
Bazı kimselerin şeytanı inkar ettiklerini görürüz. Nur Müellifinin ifadesiyle, bu, “şeytanın en büyük bir desisesi”dir. Bu inkarda tek temel dayanak, şeytanın gözle görülmemesidir.
Şimdi o şahsa soralım:
Sen şeytanı neyinle inkar ediyorsun? Yani şeytanın varlığını senin ellerin mi kabul etmiyor, kulakların mı; gövden mi kabul emiyor, bacakların mı?
Bu sorumuzu saçma bulacak ve “hiçbiriyle” diyerek ilave edecektir: O’nun varlığını aklım almıyor. O halde, şeytanın varlığını kabul etmeyen, o şahsın aklıdır. Görünmeyen bir şey, yine görünmeyen bir şeyi inkar etmektedir; delili ise “görülmemesi.”
Akıl kelimelerle düşünür, ama kalbin bütün işleri kelimesizdir. İnsan bir çiçeği veya güzel bir kokuyu “kelimelerle” sevmez. Bu işi kelimesiz yapar. Ama, bu sevgisini ifade etmek, başkalarına aktarmak istediğinde kelimelere iş düşer.
İşte, kelimesiz seven ve korkan ve yine kelimesiz inanan o insan kalbine, şeytan musallat olmakta, onunla kelimesiz konuşmakta, ona fısıltı kabilinden birtakım telkinlerde bulunmaktadır. İşte şeytanın bu fısıltılarına “vesvese” deniliyor. Vesveseden söz açılmışken, şeytanın bu yolla insanoğluna uyguladığı bazı taktiklerden söz etmek isterim:
Şeytanın birinci gayesi, insanın imansız olmasıdır. Bunu başaramadı mı, geri adım atar ve onun ibadet etmemesine çalışır. Kulu bu şerefli vazifeden uzak tutmak için çok uğraşır. Kalbine birtakım kötü şeyler fısıldar. Ve insan bunların kendi kalbinden geldiğini sanarak rahatsız olur.
Bu defa şeytan yeni bir oyun sergiler:
“Böyle karışık bir kalp ile de Allah’ın huzuruna durulmaz ki!” der. Kul, bu desiseye kandı mı şeytan zafere ulaşmıştır. Halbuki, her akıl kabul eder ki namazda bulamadığı huzuru, namazı terk etmekle yakalayacak değildir. İbadet ve itaati bırakıp
günah ve isyan yoluna giren bir insan, ilahi feyizden gittikçe uzaklaşır. Tek çıkar yol, ibadete devam etmektir.
Bir sohbette, şeytanın bu oyununa maruz kalmış bir gençle dertleşiyorduk. “Ne zaman namaza dursam, aklıma kötü şeyler geliyor, namazdan çıktığımda kesiliyor.” diyor ve bir hal çaresi arıyordu. Ona, önce, Nur Müellifinin şu harika reçetesini sundum:
“O çirkin sözler, senin kalbinin sözleri değil. Çünki senin kalbin ondan müteessir ve müteessiftir.” (Sözler, s.275)
Sonra şöyle sürdürdüm konuşmamı:
Kendi yüzünü tokatlayan ve ağlayan birini görsen, demez misin ki, bu adam yüzünü kendisi tokatlıyorsa niçin ağlıyor? Yoksa göremediğim bir el mi, onun yumruğunu onun aleyhine çalıştırıyor? İşte senin halin o adam gibi.
Bediüzzaman'ın bu reçetesine göre, senin ağlaman gösteriyor ki o sözler senin kalbine ait değil. Namazı terk edip, mesela, kumarhaneye gittiğinde o kötü sözlerin kesildiğini göreceksin. Demek ki, o sözlerin sahibi namaza düşman, kumara dost.
Hem kumar oynayan birisine şeytan niçin vesvese versin!?... Verse, kumarın haram olduğu aklına gelebilir, bu ise şeytanın işine gelmez. Onu öylece bırakmak şeytan için en geçerli yoldur. Sonra kendisine Nur Külliyatından şu paragrafı okudum:
“Hem de o gibi vesveselerin, ne hakaik-i ilahiyeye ve ne de senin kalbine bir mazarratı yoktur. Evet pis bir menzilin deliklerinden semanın güneş ve yıldızlarına, cennetin gül ve çiçeklerine bakılırsa, o deliklerdeki pislik ne bakana ve ne de bakılana bulaşmaz. Ve fena bir tesir etmez.” (Mesnevi-i Nuriye, s.96)
Yine böyle birisine, şöyle bir soru sordum:
'Sen ilmihal okudun mu?'
“Evet,” diye karşılık verdi. İkinci sorum şöyle oldu:
'İlmihalde namazı bozan şeyler içinde “vesvese” de var mı?'
Soruma hayretle karışık bir tebessümle karşılık verdi.
“O halde sen namazına devam et.” dedim. 'Namazda aklına ne gelirse gelsin, “Haydin namaza, Haydin felaha” sözlerini işittiğinde Rabbinin seni huzuruna çağırdığının şuuru ile namaza koşmalısın. O anda aklına kötü şeyler gelebilir. Ama, sen aklından ne geçerse geçsin, namaza gitmekle bu emre uymuş olursun. Kalbime kötü şeyler geliyor bahanesiyle namazını kılmasan, emre isyan etmiş olursun ve böyle bir özür seni suçlu olmaktan kurtarmaz. Önemli olan emri tutmak ve namaza koşmaktır. Kalbimizin namaz esnasında ideal bir huzuru yakalaması ayrı bir meseledir.'
Bu konuda Nur Külliyatından bir durum tespiti ve teselli cümlesi:
“Bu zamanda tahribat ve menfi cereyan dehşetlendiği için, takva bu tahribata karşı en büyük esastır. Farzlarını yapan, kebireleri işlemeyen, kurtulur. Böyle kebair-i azime içinde amel-i salihin ihlasla muvaffakıyeti pek azdır. Hem az bir amel-i salih, bu ağır şerait içinde çok hükmündedir.” (Kastamonu Lahikası, s.148)
“Bu zamanda” ifadesi aynı mektupta şöyle açıklanıyor:
“Madem her dakikada, şimdiki tarz-ı hayat-ı içtimaiyede yüz günah insana karşı geliyor; elbette takva ile ve niyet-i içtinab ile yüz amel-i salih işlemiş hükmündedir.”
Bu iki tespiti birlikte düşündüğümüzde hayalimizde bir harp meydanı canlanır. Her taraftan mermiler yağmakta ve biz bu dehşetli ortamda huzur aramaktayız. Bunu başaramayacağımız açıktır. Ama huzur bulamıyorum diye düşman saflarına iltihak edecek de değiliz.
İşte
günahlar birer mermi, birer ok. Bu asrın toplum hayatı bir harp meydanı gibi. Her yandan yüzlerce hücuma uğrayan bir insan, namaza durduğunda ihlaslı, huzurlu bir ibadete zor muvaffak olur. Ama, o zorlukta ayrı bir değer vardır. Harp esnasında ve cephede tutulan bir nöbetle, sulh zamanında çarşı içinde tutulan nöbetin bir olmadığı açıktır. “Hem az bir amel-i salih, bu ağır şerait içinde çok hükmündedir.” cümlesi, bizi bu noktada hem teselli eder, hem de müjdeler.
Aynı mektupta ayrı bir müjde daha veriliyor: 'bir
günahın terki vacip olduğundan, böyle bozuk bir ortamda yüzlerce
günahı terk etmekle yüzlerce vacip işlenmiş olunacağı' müjdesi...
Birkaç asır önce, bu
günahların yüzde birisine bile maruz kalmayan insanlar, bu vacipleri işleyemiyorlardı, onun yerine salih amel sahasında yol alıyor, bu yönde ilerliyor, nafile ibadetlerini artırıyorlardı. Şimdi ise, salih amel işlemek zorlaşmış. “Farzlarını yapan, kebireleri (büyük
günahları) işlemeyen kurtulur.” hükmü bir müjdeli haber olmasının yanı sıra, bu asrın dehşetinin de bir ifadesi, bir göstergesidir.
Biz asrı yargılamakla vakit geçireceğimize, kendi nefsimizle uğraşalım ve onu şeytana uymaktan alıkoymaya çalışalım. Bunda başarılı olanlar çoğaldıkça, asır da bu mutlu insanlara uymak zorunda kalacaktır.