Rüzgâr esiyor, lapa lapa yağan kar çatıları beyazlaştırıyordu.
Bir evin bir odasında, el işi yapan iki kişi oturuyordu. Saçları ağarmış bir kadın ile bir genç kız… İhtiyar kadın arasıra soluk kansız ellerini küçük bir mangalda ısıtıyordu. Genç kız, gözlerini kaldırıp, bir müddet sessizce, beyaz saçlı kadını seyretti. Sonra, sesinde anlatılmaz bir tatlılık ve şefkatle:
“Anne, hep böyle yoksulluk içinde yaşamadınız ya?” dedi.
Saçları ağarmış kadın:
“Kızım, Allah sahiptir, yaptıkları iyidir” cevabını verdi.
Bu sözleri söyledikten sonra biraz durdu ve devam etti:
“Baban vefat ettiği zaman, geride sen olmana rağmen, benzersiz bir felâkete uğradığımı sandım. O zaman yalnızca ondan ayrılığın acısını duyuyordum. Sonraları, baban hayatta olsaydı ve o halde bu fakirlik içinde olsaydık, onun nasıl da kahrolacağını düşünmeye başladım. İşte o zaman, Allah’ın ona karşı şefkatli davranmış olduğunu hissettim.”
Genç kız cevap vermedi, başını eğdi ve saklamaya çalıştığı birkaç damla gözyaşı, elinde tuttuğu ketenin yazmanın üzerine düştü.
Annesi ilâve etti:
“Onu esirgeyen Allah, iyiliğini bizden de esirgemedi. Tamam, az bir şeye kanaat etmemiz ve bu azı da çalışarak kazanmamız gerekiyor. Fakat, yaşamak için bu kadarı da yetmiyor mu? Bir gün bile aç kalmadık, yatacak yerimiz de var, yanımda sen varsın. Nasıl O’ndan şikâyet edebilirim?”
Bu son sözler üzerine, genç kız heyecanla annesinin dizlerine kapandı, ellerini aldı, öptü, ağlayarak göğsüne doğru eğildi.
Anne, sesini yükseltmek için gayret sarf ederek:
“Kızım,” dedi. “Mutluluk, çok şeye sahip olmakla değil, ümitle ve sevgiyle gelir.'
Selahaddin Vatansever (Yeni Asya Gazetesi)