Herkesin bir hikâyesi var. Benim hikâyem hepimizin
ALİ AKYILDIZ
Fırtına vadisi yaylalarını anlatacak dizeler henüz tam anlamıyla yazılamadı. Anlatacağım hikaye bir yöre, bir bölgenin değil, hepimizin hikayesi…
Hayatımın şekillendiği, küçüklüğümün geçtiği o yayla Çamlıhemşin’e bağlı Kale Köyüdür.
Benim çocukluğum genellikle yaylalarda geçerdi. Yaz tatillerinde yaylaya giderdik. Büyüklerimiz bizleri hasta olmayalım diye yaylaya götürürlerdi, Bizden öncekiler de böyle yaparlarmış, Annem, babam beni büyük anneme teslim ederdi.
Tabii ki o zaman yaylaya araba yolu yoktu yaklaşık iki, üç saat atın üzerinde ya da yürüyerek eve ulaşırdık.
Yollar çok bozuktu, Bazen yürürdük ayaklarımız ağrır ve terlerdi, üşürdük, soğuktan titrerdik, yağmur yağar, sis göz, gözü görmeyecek kadar sarardı her yeri, ellerimiz, yüzlerimiz soğuktan çatlardı, yaklaşık iki, üç ay kalırdık yaylada.
Bir ağacın altında otururduk. Çok çeşitli ağaçlar ve çiçeklerin arasında adeta saklı cennetlerin arasında gibiydik. Bizim eski evin ortasında tandır vardı. Yani dört tarafı taş ortası toprak içersin de yemek pişer, kenarlarına da ekmek, yani hamur yapıştırırlardı o ekmek olurdu babaannem öyle yapardı çok lezzetli olurdu. İçerisinde pişirilen yemek, olağanüstü olurdu. Babaannem saç üzerine tereyağı sürer ve üzerinde mısır ekmeği yapardı. Yani (peleki)ekmeği ne kadar güzel olurdu, çok güzel kokardı, yavan yerdik. Dedem yani babamın amcası, dağı aşar ardındaki yaylalara gider oradan bir şeyler getirip satardı, bize renkli şekerlerden getirirdi.
Şimdiki gibi paltolarımız, takım elbiselerimiz, onlarca ayakkabımız, yoktu. Elbiselerimiz bazen yamalıydı. Ayaklarımızda bazen kara lastik olurdu. Sabah kahvaltımız genelde yöresel ürünler süt, yoğurt, kaymak, peynir, mıhlama olurdu, çok faydalı besinlerdi, Bizleri bu günlere taşıyan, sağlıklı büyümemizi sağlayan hayvansal ürünlerdi.
Ekmeğimizi ateşte ısıtıp üzerine tereyağı sürerdik. Yağ eriyince ekmeğimiz yumuşacık olurdu. Yediklerimiz tamamen organikti. Bu yüzden çok sağlıklı olurduk yüzlerimiz, gözlerimiz kıpkırmızı olurdu, Hiç hastalanmazdık. Yaylarımız da büyük ve küçükbaş hayvan çoktu. Herkes ot biçer, tırpanla ve orakla kurutur, balya eder ve aşağı sahile getirirdi. Kışın hayvanlara yedirmek için. O zamanlar doktor, hasta hane nedir bilmezdik. Bizim doktorumuz yaylalardı, İlacımız da yaylalardı. Yaklaşık 18 yaşına kadar her yaz yaylaya giderdik. Çocukluğumuz böyle geçti. O güzel ve şifalı yerlerde kalır, sağlıklı ve mutlu olarak tekrar sahildeki evimize dönerdik.
Yayla evlerinin çoğu Karataş duvar üzeri topraktı. İçerisinde maran ve ambar denen odaları vardı. Kütük evler ve kökler de vardı Çam ağaçları mis gibi kokardı. Bazı evlerin üzeri harduma denen malzeme işle örtülüydü Bu gün artık yaylalara giden çocuk yok denecek kadar az. Yeni nesil deniz, kum ve güneş üzerinde kurgulanan turizm çeşitlerini yapıyor. Artık yaylada bir kaç yaşlı insandan başka kimseyi göremezsiniz.
Hayvancılık zaten yok gibi, biz bile evimiz olmasına rağmen hayvancılığı terk ettik. Bu şartların gereği olan bir durum. Koşullar ağırlaşınca hayat şartları geçim sıkıntıları da buna eklenince herkez gibi bizde gurbeta çıktık.Uzun yıllar oralarda nafakamızı temin ettik.Dönünce yıllar önce bıraktığım mekanlar ve bizim gibi diğer yaylacılarında değişime uğradığına şahit olduk.Yılda en fazla 1 ay kalınan mekan haline geldi.Kale köyümüzde hayvancılık yapanların sayısı da elle gösterlecek derecede düştü.Yok oldu.Ve şimdilerde ise artık daha da bitme noktasına geldi.
Pandemi sürecinin ardından toparlanma bekleniyordu.Biraz olsun dönüşler oldu ama bu beklentileri karşılamadı.Hiçbir şey eskisi olmuyor.Nedeni belli.Yaylalar da insanlarda devrin getirdiği değişime uydu.Gençler yaz ayında TEZEK koklamak için mi yaylaya geleyim diyerek dede ve baba topraklarına gelmeyi bırakdı.Yaşlıları da götüren kalmadı.Evler de kaderine terk edildi.Her geçen yıllar doğanın acımasız koşullarına ayak uyduramayarak yok olmaya doğru hızla gidiyor.İşte benim de yıllarım geçti.Ama geriye dönüp baktığımıda bu kadar çabuk nasıl geçti diyerek de üzülüp sadece seyreder hale geldim.