Yunus ÇAKIR(53.RİZE)
Beylikdüzü eski Müftüsü Süleyman Küçük,
“Madem ki bu gençlik bizim geleceğimizdir. O halde bunların iyi bir eğitim alması için üzerimize büyük sorumluluklar düşüyor” dedi.
Beylikdüzü’nde müftülük hizmetleri nasıl bir seyir izledi?
Beylikdüzü’nde 270 bin nüfus var. Biz başladığımızda 19 cami vardı, şimdi 33. Camiler ibadete açıldı. 11 camimiz de inşaat halinde. Beylikdüzü’nün şanslı tarafı camiler bazında İstanbul’da şu anda bizden daha fazla cami yapan yerler var ama bizim kadar hayırseveri yok. Şöyle yok, bizim 12 caminin 6 tanesini hayırsever kendi başına yapıyor. Böyle olunca bir cami dernek yoluyla 5 yılda tamamlanacaksa, hayırseverle 12 ayda tamamlanıyor. Kuran kursları konusunda son dönemde yatılıya ağırlık vermeye başladık, esas ihtiyaç o. Okul öncesi çocuklara, gençlere ağırlık vermeye çalışıyoruz, bütün dini tesis alanındaki yerleri 2000 metre üzerindeki yerlerde mutlaka cami, artı yanında yatılı kuran kursu, ama 50 kişi ama 150 kişi onun planlamasını yapıyoruz. Tabi devletimiz bu arada güzel bir imkan sundu bize. Bu camilerin altında müstemilatların kiralarını bizim denetimimizde derneklere verdi. Ama harcama yetkili 5 kişilik komisyonun başında müftüler var. Dolayısıyla bizim karar verdiğimiz doğrultuda dernekler harcama yapabiliyor.
Geçen sene devlet bir imkan verdi, 4ten 5’e, 5ten 6’ya 6’dan 7’ye 7’den 8’e geçenlere 1 sene kayıt dondurarak hafızlık yapma şansı verildi. Biz onu geçen sene 15 öğrenciyle gündüzlü olarak başlattık, bir deneme yaptık. İlgi gördü elhamdulillah. 11 kişi hafızlığa ayrılmıştı, 9 kişi şu anda hafızlık yapıyor, onlara bir de ödül koyduk. Bir günde 2 ders verene 1 gram altın, her gün bir kişi çıkıyor, hayırseverlerimiz bunları karşılıyorlar. Bu seneden itibaren biraz daha farklı yapacağız. Bu 9 kişinin 4 veya 5’i hafızlığı bitirecek. Kalan 3-4 tanesi hem okula devam edecek hem de hafızlığa devam edecekler.
Biz 3-4 senedir ağırlığı daha çok ev hanımlarına vermiştik, çünkü öğrencimiz o kapasitedeydi. Şimdi yeni çalışmamız daha küçüklere dönüyoruz. Türkiye genelinde okul öncesi çocuklara sınıf açabileceğiz. Ana okula gider gibi olacak. Hem çocukluktan Kur’an eğitimini başlatacağız, hem de anneler, anneanneler, teyzeler Kur’an öğrenecek. Çocuk bakanlar şimdi çocuğuyla torunuyla camilere gelecek. Çocuk ayrı bir sınıfta ebeveyn ayrı bir sınıfta ders alacaklar. Elhamdulillah bu konuda da iyi bir mesafe katettik. Çok güzel de ilgi var.
Biz 2008’de Beylikdüzünde göreve geldiğimizde 2 kuran kursumuz vardı. Şimdi ise 46.’ıncı Kuran kursunu açmış bulunuyoruz. Çok güzel de ilgi var. Bazen korkarak burada öğrenci bulabilir miyiz sıkıntısı olduğumuz yerlerde bile beklediğimizin üzerkinde öğrenci bulduk, buluyoruz. Toplumda büyük bir arzu var. Artık Diyanet İşleri Başkanlığı mensubu olarak hiçbir meslektaşımızın bahanesi kalmadı. İyi bir noktaya geldik, görevli ve gönüllü olmak. Biz bir dönem gönüllüydük, sonra o dönemlerde gönüllülük esasına dayalı bilgi esastı, belgeye çok önek verilmiyordu. Sonra bir dönem bilgi belge beraber yürüdü ama o bazı inkita dönemlerinden sonra belge dönemi yaşandı. O belge döneminde gönüllülük esası kayboldu, görevlilik esası öne çıktı. Orada çok kan kaybettik. Şimdi geldiğimiz noktada Diyanet İşleri Başkanlığımız, bilgi artı belge ikisini birlikte istiyor. İkisi birlikte olunca zaten kişinin yeterliliği öne çıkıyor. Yeterliliği varsa zaten hizmet oluyor. Ara dönemdeki görevli anlayışını öteleyip onu kenara koydurup görevli artı gönüllü anlayışını yeniden teşkilatta ihtas edip tam manasıyla yaygınlaştırdık mı çok daha güzel hizmet olacak.
Yaz dönemi Kur’an kursları hakkındaki çalışmalarınız nasıl sürdü?
Yaz kurslarında bizim burda yaklaşık 1000 öğrenciye hitap ediyoruz. Şimdi ebeveynlere de eğitim veriyoruz. Annesi çocuğunu kursa getirdi mi kendisi de ders alabilecek. Derneğimizin aracılığıyla biz onları gemiyle deniz turuna götürüyoruz. Pikniğe gönderiyoruz. Sürekli olarak aktivitasyon da yaptırıyoruz. 9 haftalık dönemde hatim edenler oluyor. Hocaların ve velilerin de gayretiyle oluyor bunlar. Bazı öğrenciler de ödülle iş yapmayı çok seviyor. Biz de ödüller koyuyoruz.
Belediyelerin açmış olduğu yaz dönemi kültür ve spor kurslarıyla ilgili zaman zaman çakışmalar yaşadık geçmişte. Onu da kısmen çözdük. Denk getirmeye çalışıyoruz. Mesela belediyenin yüzme kursu varsa belediyeyle anlaşarak bizim çocuklarımızı servisle gönderelim, yüzmeye de gelsinler diyoruz. Çocuğu kaydederken yüzmeye gitmek isterlerse oraya gönderiyoruz servisle. Meyve suyu ve keklerini de veriyoruz. 1000 öğrenci olunca 9 hafta olunca günlük maliyeti de belli hayırsever işadamları bunları karşılıyor.
Kur’an eğiticilerinin eğitimi konusunda da çalışmalarınız var mı?
Eğitimcilere de Diyanet İşleri Başkanlığı’nın seminerleri var. Eğitimcilere seminer veriyor. Hem Kur’an kurs hocalarına ve cami hocalarına eğitimler veriyor. Ulaştığımız kitle daha fazla yaz kurslarında. Kitap olarak hazırlanmış formatımız var, hem de görevlilerin eğitimleriyle ilgili seminerlerimiz de var. Öğreticilerin de seminerleri var.
Bu konuda eskiden çok olumsuz bir imaj vardı, değil mi?
Bizim en büyük sıkıntımız, bizi topluma farklı tanıtmışlar. Biz buradaki çalışmalarımızda tanıtıma da çok önem veriyoruz. Benim Beylikdüzü’nde birinci prensibim şu. Kurumu topluma tanıtmak, çünkü toplum korkuyor ürküyor, ama kimden korktuğunu bilmiyor. Ben bunu önceki çalıştığım yerlerde de gördüm. Buyrun gelin gezelim, görelim diyoruz. Kur’an kurslarını topluma tanıtmak gerek. Vatandaş kuran kursu deyince hep öcü gibi algılanmış. Ama bugün bunu yendik elhamdülillah. Toplum bizi tanıyor. Benim Beylikdüzü’nde ulaşabildikten sonra davet edilip de, mesleğime de halel getirmeyecek olduğunu bildiğim hiçbir toplantıdan uzak durmuyorum. Mutlaka orada varım. Yani Beylikdüzü’nün müftüsü olarak kendimi takdim etmeye, “Bu da kim?” diye gözümün içine bakanlara da “Biz şuyuz, şu hizmeti yapıyoruz” diye de tanıtmaya, sonra onları bilvesile diyalog kurup buraya çağırmaya çalışıyorum. Bu çok önemli. Niye? Bizim Beylikdüzü’nde inancımızı taşımayan birçok insan var. 3. senem oluyor bu. By-pass ameliyatına gireceğim gün Pazartesi günüydü saat 1’de ameliyata girdim ben. Saat 11’de ısrarla bir telefonda bir ablamızın Ermeni bir ablamızın telefonda kızımıa “Ne olursun, beni babanla görüştür” diye ısrarı oldu. Çünkü ameliyata gireceğim telefon elimde değil. Ve görüştüğümüzde bir Ramazan girişinde onun bir zor zamanında bir dostumuzun aracılığıyla ona yaptığımız yardım, onunla ilgilenmemiz, onu dinlememiz, onun sıkıntılarını bir nebze olsun gidermemiz benim ameliyat olacağımı duyduğu anda iki gözü iki çeşme öyle dua ediyordu ki, öyle güzel şeyler söylüyordu ki… Ben ameliyata girerken eğer o gün benim moralim % 70 ise o ablamızın dualarıyla benim o günkü moralim 85-90 olmuştu, tavan yapmıştı. Niye? Çünkü gönülden dua ediyordu. Bir insan olarak, inancı tabii ki ayrı bir şey. Ama elhamdülillah, bugün o dostluk o ablamızı da ve iki oğlunu da islamla şereflendirdi. Ve artık camimizin cemaati. 3 tanesi de artık bu camianın bir ferdi. Geriye dönüp baktığımızda bunlar bizi mutlu ediyor. Zaten geriye baktıklarımız geride kalıyor. Yarına umut var, garanti yok. Elimizde bir bugün kalıyor. Ne mutlu bugününü değerlendirebilene. Çünkü hayat bir nefes. Aldığımız sürece devam ediyor, alamadığımız zaman dünya her şey bitiyor.
Müstehcen yayınlar, neşriyat, reklamlar… Herkesi herhalde rahatsız ediyor, toplumu da rahatsız ediyor. Bununla ilgili neler söylersiniz? Neler yapılabilir, ne yapmak lazım? Diyanet camiasına bu hususta ne yapmak düşer?
Şu ana kadar konuştuklarımızdaki rahatlığı, özveriyi burada söyleyemiyorum ne yazık ki. Bunda yeni fikirler üretmeye çalışıyor. Bu konuda yatılı kurslarda biraz daha avantajlıyız. Niye? Yatılı Kuran kurslarındaki öğrencilerimizin boş zamanlarında onlara zarar verecek değil de, onları zararlardan koruyacak alışkanlıklar edinmesi için, hatta gerekirse film izletmeye kadar öncülük ediliyor. Ancak gündüzlü öğrencilerde bu kadar şanslı değiliz. Burada Diyanet İşleri Başkanlığı’mızın son dönemde çocuklara yönelik seri kitaplar çıkarması, bunun üzerinde yoğunlaşması çok yerinde. Bir ikincisi TV ve radyo yayıncılığına başlamış olması çok çok iyi. Ancak siz sadece sunuyorsunuz. Sunulanı kabul ettirmek işi, bizlere kalıyor. Yani başkanlığımızın veya başka kurumlardaki başka hizmetlerin tanıtımı halka mal edilmesi, toplumun oraya yönlendirilmesi işi tamamen bize düşüyor. Bu camiaya düşüyor. Bunun için kışın şöyle bir imkanımız var, hemen hemen bütün Kuran kurslarına projektör cihazı koymaya, onlarla haftada en az 1 defa uygun materyallar göstermeye çalışıyoruz. Bizim bir de Perşembe veya Cuma günleri son ders Kur’an tilaveti, bir ayet hadis meali sohbet, arkasında bir ilahi kaside, varsa ikram filan. Akabinde de güzel bir duayla konu bağlanıyor. Onun da çok büyük faydasını gördük. Çünkü siz Kur’an kursunda 10 sınıfta 15-20’şer öğrenciyi barındırıyorsunuz. Bu öğrenciler sınıflara girip çıkıp gidiyorlar. Çok fazla kaynaştıramıyorsunuz, sadece sınıf içinde kaynaşma oluyor. Ama benim bahsettiğim bu tip uygulamalar o Kuran kursuna gelen ve Kuran kursuna öğrenci olarak gelmeyenler de o gün o sohbete, o ikrama davet edildiği için fevkalade bir grup oluşuyor ve kaynaşma sağlanıyor. Bu noktada ilk kurslarımızda sınıfların yanında salona çok önem veriyoruz. Salonu büyük tutuyoruz, hem gruplar için, hem ikramlar için. Bazı semtlerimizde camimiz yok, teravih kılınacak, o salonlar bizim için mescit. Bundan da çok yarar gördük. Tabii biz buralarda bu işi, bu projektörlerle kurduğumuz cihazlarla bazı filmleri izleterek, hem göze hem de beş duyuya hitap edecek şekilde sunuyoruz. Ve bundan çok da yarar görüyoruz. Ancak esas sıkıntımız biz hala bütün bu hizmetleri anlattıklarımızla, ben bazen diyorum, dostlarım; iki Kuran kursunun 46 olması, 19 caminin 33 olması bizi sevindiriyor ama, mutlu etmiyor. Niye? Çünkü biz ancak 250.000 nüfusu olan Beylikdüzü’nde ancak 5.000 kişiye, bu 5.000 kişiyi 5 ile çarparsanız ortalama 25.000 kişiye hitap ediyoruz. Dini anlatabiliyoruz, böyle bir hizmeti götürebiliyoruz. Halbuki geride daha 200.000 kişi daha var. O halde biz sevinecek durumda değiliz. Daha fazla gayret etmemiz gereken bir durumdayız.
Böyle bir çalışma içerisindeyiz, böyle bir anlayış içerisindeyiz. Bu müstehcen yayınlarla ilgili daha fazla ne yapılabilir? Bir defa toplumu duyarlı hale getirmek lazım. Biz imam hatip okuluna gittiğimizde bazı hocalarımız bize, onlara serzenişte bulunurduk, derdik ki hocam biz de denize gitmek istiyoruz ama sahillerde yer bulamıyoruz. Onlar tebessüm ederlerdi, derlerdi ki; evlatlar, bu işin kolayı siz onlardan önce onların olduğu yerde yer tutarsanız, orada siz olursunuz. Siz orada olursanız adab ile denize girerseniz, edebinizle o ortamda bulunursanız, sonra vakti geldiğinde bir kenarda yemeğinizi yer namazınızı kılarsanız, o bahsettiğiniz yerlerde siz de yer bulursunuz. Yoksa kimsenin kulağından tutup yerine sizi koyma şansımız yok. Şimdi bunu daha iyi anlıyorum.
Bu kullanılan ortamlardaki, bu afişler vb. bu tip yerlerde tabii bir yere afiş açılacaksa, ve bir kandil gecesinde biz oraya “kandiliniz mübarek olsun” asmıyorsak; birileri kendi çirkin reklamını asacaktır. Birileri nasıl ki kendi hizmet ettiği alanın reklamını tanıtımını yapıyorsa, ben inanıyorum ki bize de düşen; biraz bu işin tanıtımını yapalım. Yani şu misali diyeyim, “efendim ezanı okuduk, gelen gelsin” böyle bir anlayış yok. Bu anlayıştan çıkmamız lazım. Ezan okundu, ezan okunacak, ezan okunduğu zaman “hadi camiye gidelim, hocaefendiyle de şöyle bir çay kahve içelim, iki laf ederiz”. Bu diyalog, bu samimiyet kurulmalı. Ben şunu hep önemsiyorum. Ve çok da yararını görüyorum. Sokaktaki insan, ya kendisi için, ya da çevresindeki herhangi bir konuda ihtiyaç duyanın ihtiyacı için önce bana gelsin. O kadar mutlu ediyor ki beni. Yani elbette ki bizim üzerimizde kaymakamlığımız var, belediyemiz var, başka yerler var; gidilebilir. Ama ben Diyanet İşleri Başkanlığının, 76 milyonun temsilcisi olarak burada oturuyorum. Artı, geniş bir alanda hizmet veren bir vakfın (Türkiye Diyanet Vakfı) şubesiyim ben. Ve ben, veren el ile el açanın arasında bir köprüyüm. Onun için ben gece gündüz bu köprü olma vazifesini göreceğim.
Bu seneki Ramazan’da sloganımız da buydu, “Kimsesiz kimse kalmasın” diye. Çok güzel bir tespit. Hakikaten kimsesiz kimse olmamalı. Şurada vatandaş eğer derdini bilmeyecek bir adam yoksa ben onu dinlemeliyim, ve dinliyorum da her zaman. Yani bugüne kadar derdimi anlatamadım, belki elimizde olmayan sebeplerle çok iddialı konuşmayayım, ama bilerek asla olmadı, asla olmaz. Ve dinlemeliyiz. Ve bugün kimsesizlere kimse olmanın en güzel, en birinci yolu dinlemektir. Toplumun hele hele belli yaş üzerindeki insanların çok fazla dinlenmeye ihtiyacı var. Yok dinleyen. Eşi dinlemiyor, veya eşi yok. Evlatlar şunlar bunlar dinler mi? Biz ağlarken, inlerken, anne babamız bizi beşine koyup da ‘kendine iyi bak evladım’ hiç demedi. Ama bu nesil 70 yaşındaki anne babaya yılda bir telefonu zor açıp da kandilden kandile, bayramdan bayrama, sonunda dediği şu “elini öperim, dua isterim” değil; “kendine iyi bak anacığım”. Bu mu karşılığı? Halbuki Cenab-ı Hak, “Nasıl ki size çocukluğunuzda merhametle, şefkatle yaklaştı anne baba. Siz de onlara yaşlılıklarında öyle davranın.” Ki ben burada da “yaşlılık” ifadesini de kullanmak istemiyorum artık çok yaşayanlara. Yaşlılık, sanki öyle kenara itilmiş gibi. Ama çok yaşayanlar tabii değer atfediyorsunuz. Ben cemaatimize öyle ifade ediyorum. “Delikanlılar nasılsınız?” deyince insanların gözü açılıyor, ufku açılıyor. Gönlüne böyle bir hoşluk geliyor ve gözleri açılıyor. Ama çok yaşlı dediğiniz zaman sanki senin işin bitmiş, kenara atılmışsın gibi bir algılanma oluşuyor. Kelimeleri bile seçmek lazım.
Ve bugün toplumda parası var, makamı var, bir yerlerden gelmiş. Ama bitmiş. Niye? O hep başka yerlerde o işleri yapmış, oralarda insanlar tanımış. Şimdi buralara gelmiş, burada kimse onu tanımıyor ki. Bilmiyor. Mesela bir emekli müftümüz vardı burada, bir gün kürsüye çıkardık. Geldi, sohbetten sonra ağlayarak iki gözü iki çeşme. Hocam dedi “Allah senden razı olsun. Ben bu camide namaz kılıp çıkıyordum, bir kişi beni tebrik etmiyordu. Ama bu Cuma konuştum, cemaatime emekli müftü olduğumu söyledim. Daha camiden çıkmadan içeride safta en az 300 kişi benim elimi sıkarak beni tebrik etti, hocam görüşelim dedi. Beni topluma yeniden kazandırdınız, Allah sizden razı olsun.” Bizimkisi emeklilik değil, emektarlık. Biz de oraya doğru giderken kendimize de zemin hazırlıyoruz. Emeklilik değil emektarlık, yaşlılık değil çok yaşayan. Böyle güzel şeyleri topluma mal edip paylaşmak lazım. Gönül adamı olup gönül kazanmak lazım. Ama bu müstehcenlik konusunda toplumu duyarlı hale getirmek için… Şikayeti ben sevmiyorum. Alternatif sunmak lazım. Ben İslam dininin bir mensubu, bir Müslüman olarak; bu din yasaklar dini değil, alternatif dinidir. İnsanlara alternatif sunacaksın. Efendim bu yanlış, söyleyelim. Ama yanlışı bir defa, doğruyu, alternatifi dokuz defa söyleyelim. Çünkü insanlara bir şeyi zemmederek, kötüleyerek söylediğin zaman o insanda sizin hakkınızda bir önyargı gelişiyor. Ha, bu buna karşı.
Doğrudur, ben buna karşıyım ama benim karşı olduğum nedir onu söylemek lazım. Ben “güzel yarattım” dediği Rabbimin insanoğluna karşı değilim. Çünkü Rabbi onu güzel yaratmış. O yüzden diyorum ki insanın kötüsü olmaz, insanın kötü fiili olur, işi olur. O da insanın kötü tanınmasına vesile olur. İnsanların kötü fiillerine karşı, olacağız. Ama tabii iyi fiilleri de ona sunarak onu oraya çekeceğiz.
Bir şey daha ifade edeyim, bunu çok önemsiyorum. Uzun yıllar “iyi diyelim iyi olsun” diye avuttular. Ben diyorum ki “iyi diyelim ama iyi düşünelim.” Çünkü iyi düşünmeden iyi dersek, iyi mi kötü mü belli olmuyor. Ama onun da ötesinde iyi düşünüp iyi demeyle de yetinmeyelim. İyi olanı yapalım. “Ya bizim müftü ne iyi diyor, ne güzel diyor.” Diyor da hangi iyiyi yapıyor, bir de ona bakalım. Çok diyoruz ama hiçbirini yapmıyoruz. “Sadaka ver” diyoruz vermiyoruz, “zekat ver” diyoruz vermiyoruz. “İkram et” diyoruz etmiyoruz, “dinle” diyoruz dinlemiyoruz, selam ver diyoruz selam vermiyoruz. Peki nasıl olacak? Cenab-ı Hak da zaten yapmadıklarınızı söylemeyin diyor. Demek ki o zaman biz müftü olarak bir şeyi eksik, yanlış yapıyoruz demektir. Bazen sokaktaki insanları çevreyle ilgili bile uyardığım oluyor. Tabii uyarmalar da şöyle yüzüne bakıyorum, acaba beni azarlar mı, bir şey söyler mi diye. Sonra konuşuyoruz anlaşıyoruz. Ama biz yıllarca şunu zannettik, kürsüye çıkalım, güzel bir ders anlatalım, tamam. İyi de ben Beylikdüzü’nde 250.000 kişinin ancak 50.000’ini camide görüyorum. 200.000 ne olacak? Hadi Kur’an kurslarında değişik vesilerle, cenazelerde şurda burada karşılaşıyoruz; geride kalan müftüyü tanımıyor. Geride kalan dini diyaneti bilmiyor. Mesela buraya geliyor “Ezan sesi beni rahatsız ediyor” diyor. Ben onu yumuşatmak için sesten bahsetmiyorum. Ezandan, ezan okunduğu zaman onun elde edeceği bereketten, ona getirilen rahmetten bahsediyorum. İtiraz için gelenler boyun bükük gidiyor. Hakikaten öyle. Ben ona “Hadi be! Ezandan rahatsız olanla benim işim yok” desem gidip şikayet edecek. Bir sürü uğraş sonra. Her insanın bir iyi tarafı vardır, oradan kazanmak lazım.
Ama müstehcen yayınlar konusundaki duruma o kadar rahat cevap veremiyorum. O konuda hala önerilere açığız, beklentilerimiz var, devlet-toplum-millet-gençler adına. Madem ki bu gençlik bizim geleceğimiz, madem ki biz mirası her halukârda bayraktan toprağa, karadan denize, bütün mukaddesatımızla birlikte bunlara miras bırakacağız. O zaman varislerimizin de iyi bir eğitim alması için üzerimize büyük sorumluluklar düşüyor.
Biraz da köylerden, Senoz’dan Karadeniz’den bahsedelim isterseniz…
Ara sıra internetten bakarak gidiyorum geziyorum köyleri. Kimi Parahol’luyu, kimi Uzundereliyi, kimi Ormancık’lıyı, kimi Çataldere’liyi, kimi Babik’liyi, kimi eşi dostu arkadaşı görüyoruz. Taşına toprağına bakıyoruz. Benim öyle bir halim var, arzu ettiğim yerden birisini gördüm mü heyecanlanıyorum. Mesela Görele’den birisi ziyaretime geldi. Kandil gecesi televizyonda dua ederken görmüş, burada olduğumu bilmiş ve gelmiş ziyaretime Osman ağabeyimiz. Ziraat Bankası’ndan emekli. Ben onu görünce Görele’deki bütün 7 yıl hizmet ettiğim cemaatimi görmüş gibi oluyorum.
Tabii ki köyüm benim için başka bir şey. Ben köyümü, köyümün insanını görünce başka oluyorum. Yani o bütün gençliğimizin, o medrese hayatımızdan okul hayatına, köylerde yaylalarda dolaşmalara, her şey bir an şerit gibi akıp gidiyor gözümüzün önünden. Haftada 1 saat da olsa televizyonlarda bazen yayla programları falan gösteriliyor ya, kemençesi tulumu da dahil, yani onları oturup 1 saat izlersem inanın o bir hafta bana ilaç gibi geliyor. Çünkü oralarda geziyorum. O maya hamurumuzda var ya, o bizi duygulandırıyor. Bir dost görünce o yaşadıklarımızı hatırlıyoruz.
Mesela geçenlerde bir dostumuz (Yaşar abi) geldi. Bizim çok iyi bir aile dostumuz. Yani Çayeli’nden çıkıp alışverişini Kaptanpaşa’da yapan biriydi. Baba tabii, çok kıymetli benim için. Herkes için öyledir. Baba dostu… Buraya gelince ben onu görmüş gibi oldum, Allah ondan razı olsun. Bana büyük bir nimet bu. Şöyle bir anım var baba dostu deyince onu da paylaşayım. İncesu’dan, orada meşhur Sukas’lar var. Çocuğum daha, ilkokul bitmiş. Medreseye gittiğim dönemlerde. Çoğu zaman Kaptanpaşa’ya gelinir de, oradan yukarıya yollar kapalı olurdu, eşyaları atla filan götürür getirirlerdi. Yaz başı köye birisi geldi, elinde bastonu, başında foteri. Şatafatlı, görüntülü birisi. Rahmetli babam onu bir karşıladı, bir yanına oturttu. “Oğlum koş, çay getir. Koş, su getir, meyveyi getir” falan. Allah Allah diyorum, biz de evimizde misafir ettiklerimizi tanırız. Ama bunu hiç tanımıyorum, hiç kalmamış bizde veyahut ben ufakken kalmış; tanıyorum hiç. Neyse 1-2 saat oturdu, gitti. Akşam eve giderken dedim ki, “Baba bugün gelen bey amca kimdi? Çok iltifat ettin. Tanımıyorum ben de, bizde kalmamış hiç herhalde.”
Rahmetli babam döndü geriye, ben onun yüzüne bakıyorum o bana. Herhalde 1-2 dakika böyle durdu baktı. Sanıyorum ki rahmetli babam bana onu anlatmak istedi ama, onu anlatacak, benim anlayacağım şekilde bir cevap bulamadı. Yok çünkü, ne cevap versin? En sonunda dedi ki, elini de omzuma koyarak “Bu baba dostu oğlum, baba dostu”. Bu kelimeler de gün geçtikçe öyle yer ediyor ki, bu “baba dostu” ifadesi o kadar değerli ki şimdi benim için. İşte Yaşar ağabeyi görünce de onu yaşadım. Allah onlara ömür versin, sağlık sıhhat afiyet versin.
Geçenlerde Kastamonu’ya gittim, oğlum askerdeydi. Yemin törenine gittim. Kastamonu eski bir Anadolu şehri, gelişmemiş pek. Kendi misyonunu korumuş. Orada eski tahta semerlerden gördüm. Medrese yıllarım aklıma geldi, semerle taş taşırken omuzlarımız yara olurdu. Eve gelirdik, taş taşıdığımız zamanlarda haftada bir bizi eve gönderirlerdi. Sıcak su filan da idareten vardı. Acil ihtiyaç olduğunda duş alacak kadar. Eve gelirdim, tabii kalabalığız. Bir gügüm su kaynatılır, bir kovada haşlatılır. Kişi başına küçük bir gügüm doldurulur, başına bir sabun, üzerine iki üç defa su döküldü mü hadi yallah bitti. Banyo yapmak bu idi.
Gömleğimizi çıkarınca şuralarda yara olurdu, soyulmuş, dipler kara. Rahmetli anacığım ilkin elini şöyle değerdi, “Evladım acıyor mu?” derdi. Bence anne şefkati bu, bugün bunu hissediyorum. Sonra hemen kendini toparlar, elini böyle biraz daha üzerine bastırarak “Olsun uşağum olsun, Allah cehenneminde yakmaz” derdi. Bakın önce anne şefkati, sonra da o Kur’an Kursunda okumanın ve yaptığınız işin doğru olduğunu anlatırdı. Bugünkü anne babalar gibi “Vay canına senin canını mı yakmışlar” diye can yakmaya kalkmadılar. Bugün buralarda isek, alim olduğumuzdan değil. Büyük büyük yerlerde okuyup geldiğimizden değil. Onların duası var. Bir de şu yani saygıda kusur etmedik. Hep hayır dua aldık. Bir de Kur’an kurslarına olan aşkımın, şevkimin, onu yaşamanın karşılığında ümit ediyorum ki Rabbim buralara gelmemizde bize büyük bir mükafat verdi. Onun mükâfatını şu anda kullanıyoruz. Bunlar büyük şeyler, büyük nimetler. Biz Kur’an kursunda okurken bütün Senoz yaylarını gezer, katık toplardık. İcazet merasimlerine götürmek için, kışın yemek için. O insanlar verirdi. Ufak tefek bazen bezdirdiklerimiz, kovalayanlar olurdu ama genelde verirlerdi.
Köy herkes için belki değerli ama, bizim için köy çok değerli. O konuda elhamdülillah ben müsterihim, çocuklarıma da hiç ihmal ettirmedim. Hep sıla-i rahim yaptırdım, götürdüm getirdim. Benim kızlarım da, oğlum da böyle. Geçen öyle bir şakadan annesi “Ya ben ölürsem beni İstanbul’da buraya gömün” dediğinde en küçüğü oğlumdur, hemen itiraz etti: “Anne ne demek?” dedi. “Böyle bir vasiyet yapma asla tutmayız. Seni mutlaka köye götüreceğim ve mutlaka oraya koyacağım. Anne sen orada olmazsan ben o köye gelmem. Sen o köyde olmazsan ben çocuğumu o köye getirmem, senin o köyde olman lazım.”
Bu çok güzel bir şey. Bir şey daha söyleyeyim bununla ilgili. 40 yaşına kadar bunu çok iyi anlayamıyoruz, bu toprakların bize neler kattığını anlayamıyoruz. 40’ından sonra özlem artıyor. Bir ağabeyimiz, Tevfik Aktaş abi, Allah rahmet eylesin, Avrupa’da kalmış, görmüş geçirmiş bir insandı. Bizim köyde bir cinli İsmail vardı. O İsmail de bizi çok korumuştu. Babik’e ekmeğe, sigaraya vb. giderdik, o bizim hep peşimizde olurdu. Herkesin verdiğini yemezdi o rahmetli. Yani belli insanlardan alırdı, bizden de alırdı. Mesela ben imam olduğum, müftü olduğum zamanlarda çoluk çocuk köye giderdim. İnerdim aşağıya Çarşamba günü, arabanın yanında beklerdik. Ben şuraya otururum derdi, Çayeli’ne götürür getirirdim onu. Müftüm dedi Tevfik ağabey, “Gün gelir bu İsmail’i bile özlersin.” Ben o zaman 37-38 yaşlarındaydım. Aradan 3-5 sene geçti, o zaman onu anlamaya başladım. Ve ondan sonra samimiyetle söylüyorum, köye gidip çok fazla ziyaret etmeyi beceren birisi değilim ama, son dönem İsmail’in hasta olduğunu duydum. Gittim ziyaret ettim. Yani yarım da olsa kendi halinde helallik aldım. Çünkü onun da bizde bir emeği vardır.
Köy deyince; insanların 5-10 kuruş camide para toplarken yardım ettiği dönemlerde okuduk. Ben bir esnaf çocuğuydum ama, ben o 5-10 kuruşlarla okudum. Ben o 5-10 kuruşları kursağa indirdim. Evde çocuklarım bana “Baba eve geç geliyorsun, bizi ihmal ediyorsun” dediği zaman bunu söylüyorum. Diyorum “Yavrum, ben o 5-10 kuruşlarla yardım edilen bir Kur’an kursunda okumuş, buralara gelmiş bir insanım. Ben onu es geçemem. O insanların cenazesinde, düğününde, derneğinde olmam lazım. Bunu anlayın”. Onlar da, tamam derler geçeriz. Bu vesile ile bütün ölülerimizin ruhu şad olsun.
Süleyman Küçük kimdir?
1956 yılında Rize ili Çayeli ilçesi Kaptanpaşa Köyünde dünyaya geldim. İlkokulumu ve medrese tahsilimi orada gerçekleştirdim.
1969 yılında Rize İmam-Hatip okuluna başlayarak orta kısmını Rize'de, lise kısmını da Trabzon İmam-Hatip Lisesinde okuyarak 1976 yılında mezun oldum.
1977 yılında İmam Hatip olarak Bursa İnegöl'de göreve başladım.
1981 yılında Konya Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakültesine başlayarak 1986 yılında mezun oldum.
1987 yılının sonunda Diyanet İşleri Başkanlığında Vaiz olarak Bayburt'a atandım.1991 yılında Bayburt ili Aydıntepe İlçesinde müftülük görevine başladım. 1993-1998 yılları arasında Ordu Aybastı'da, 1998-2005 yılları arasında Giresun Görele'de, 2005-2008 yılları arasında Yalova Çınarcık'ta müftülük görevlerinde bulundum.
Ağustos 2008'de İstanbul Beylikdüzü Müftülüğü görevine tayin edildim. Evli ve dört çocuk babasıyım.