Tarih: 10.05.2018 07:33

Çay Eksperi Niyazi Birinci’den Gazeteci-Yazar Yavuz Bahadıroğlu’na

Facebook Twitter Linked-in

Fatih Sultan KAR / İST.

1945 yılı başında Rize’nin Pazar kazasına bağlı Hisarlı köyünde dünyaya geldi. Gerçek adı Niyazi Birinci’dir. Ortaokulu 1960'ta bitirdi. Gemicilik (1961), balıkçılık (1965), çay eksperliği (1970) yaptı. 1971’de İstanbul’da gazeteciliğe başladı. Muhabirlik, araştırma-inceleme, röportaj ve fıkra yazarlığı yaptı. Gazete, dergi ve şirket yöneticisi olarak çalıştı. Gazeteciliğini muhabir ve röportajcı olarak sürdürürken, çocuklara yönelik eserler üretti. Yüzlerce çocuk romanı, hikâye yayınlandı. 1981'den itibaren Yeni Nesil'de yazdı. Can Kardeş dergisi genel yayın yönetmeni olarak çalışmalarını sürdürdü (1989). Köprübaşı adlı eseriyle Türkiye Millî Kültür Vakfı'nın 1979'da Roman Teşvik Ödülü'nü, 1982'de Türkiye Yazarlar Birliği'nin çocuk edebiyatı dalında Yılın Yazarı Ödülü'nü kazandı. Yazdığı 100 civarındaki çocuk romanını çeşitli imzalarla yayımladı. Bahadıroğlu'nun dışında Veysel Akpınar, Şeref Baysal, Bahadır Alp, Nurcan Sevinç imzalarını kullandı. Asıl çıkışını Yavuz Bahadıroğlu ismiyle yazdığı romanlarla yaptı. İlk romanı Sunguroğlu ve ardından yazdığı Buhara Yanıyor romanı ülkenin en çok satan romanlarından oldu. Genelde Osmanlı’nın çeşitli dönemlerini ele alan kaynak kitaplara imza atmıştır. Yavuz Bahadıroğlu, roman, çocuk kitapları, hikâye, araştırma, oyunlar, senaryolar ve fikri eserler olmak üzere yüzlerce çalışmaya imza attı. Yurt içinde ve yurt dışında çeşitli konularda binlerce konferans verdi, çeşitli kurum ve kuruluşlardan ödüller aldı, iki kitabı Kültür Bakanlığı tarafından yayınlandı. Halen ulusal bir radyoda günlük yorumlar yapıyor ve Yeni Akit gazetesinde köşe yazarlığı sürdürüyor. TV Net'te 'Tarihçe' adlı bir program yapmaktadır. Ayrıca Moral FM’de günlük yorumlar yapmaktadır. Yazar, evli ve üç çocuk babasıdır.

Niyazi Birinci (Yavuz Bahadıroğlu) Rize’nin Pazar kazasına bağlı Hisarlı köyündeki evinde daktilosunun başında. (Pazar, Rize, 1967)

Kendi anlatımıyla Yavuz Bahadıroğlu;

Bizim kuşağın öz geçmişi filan da yoktur

Başkalarına hadlerini bildirmek yerine, haddini bilmek için dünyaya gönderildiğine inanan gariban bir yazarım. Halkın sevgi ve teveccühünü bir ikram-ı İlâhî olarak görüyor, şükrediyorum. Bizim kuşağın (1945 doğumluların) öz geçmişi filan da yoktur. Hatta geçmişimiz bile yoktur. İdeolojik şiirlerle, sloganlarla, ders kitaplarına tıkıştırılan yalanlarla, abartılı övünme ve şişinmelerle bizim kuşağın çocukluğunu çaldılar. Kana kana oynayamadık, çünkü oyuncağımız yoktu. Doğru dürüst karnımızı doyurmaya yetecek ekmeğimiz de yoktu. Diyelim ki bir şekilde karnımız doydu, oyuncağı da bulduk; yine oynayamazdık; zira milli bayramlarda okumak için bol bol 'cumhuriyet -hürriyet ' kafiyeli şiirler ezberlemek zorundaydık; “Her bayram, altı delik lastik ayakkabılarımızı çamurlara vuraraktan çığlık çığlığa şiir bağırırdık: 'En büyük cumhuriyet / Bize verdi hürriyet '

Asker Niyazi Birinci. Fotoğrafın arkasına şu not düşülmüş; “Bu fotoğrafı 6. Tugay fotoğrafhanesinde çektirdim. Yıllar sonra unutulmaya mahkûm hatıraların canlanmasını bu hatıra, mazinin silinmesine engel olup, maziden bir parça gibi önüme dikilecektir. Şimdi beğenmediğim bu hayat, belki yıllar sonra beni cezbedip, geçmiş zaman olur ki hayali cihan değer diye söyletecektir.” (Amasya, 15 Mart 1967)

Kitaplarım benim sığınağımdır

'Dünya' denilen şu ormanda, kitaplarım benim sığınaklarım. Onlarla yalnızlıktan kurtulurum. Kendimi hâlâ satırlarda çözmeye çalışır, geçmişimin en görkemli hikâyesini sayfalarda ararım. Yani her kitabımda bir bakıma kayıp özgeçmişimi arar, her kitabıma yitik özgeçmişimin notunu düşerim: 'Bir varmış, bir yokmuş”. Yirmili yaşların son kertesine doğru gazeteciliğe başladım (Temmuz 1971). Önümde büyük hedefler, yüreğimde heyecanlı çırpıntılarla yıllar boyu yazdım. Gecem gündüzüm bir birine girdi. Uykuda bile yaşadım. Benim için yazmak, sevmek ve yaşamaktır.

Asker Niyazi Birinci ve arkadaşları bir mola esnasında tulum dinliyorlar. (Amasya, 1967)

Camiye gidenin dişlerini sökerim

Çocukluğum kafes kuşu tadında geçti. Anneciğimin kırklı yaşlarında, tam beş kız kardeşin üzerine 'erkek kimliği' ile gelmem, 'mucize çocuk' muamelesi görmeme yol açtı. Bu imtiyazı idrake başladığımda, galiba şımarmaya da başladım; ama küçükken yapılması gereken şeyler vardı: Öncelikle Kur’an öğrenmeliydim. Ezanın ürke ürke okunduğu bir dönemde, pek tabii Kur’an korka korka öğrenilir. Arada bir jandarmalar geliyor, camiye giriyor, ne okuduğumuza bakıyor, Oflu Hoca’ya sert sert bir şeyler söylüyorlar ve söylene söylene gidiyorlardı. Başöğretmen Hikmet Bey (o tarihte ilkokulları müdür yerine başöğretmenler yönetirdi) her cumartesi öğle vakti tüm öğrencileri okulun bahçesinde sıraya dizer, parmağını mavzer tüfeği namlusu gibi suratımıza sallayarak, 'Pazar günü camiye gidenin dişlerini sökerim!' derdi. Öylesine diş sökme meraklısıydı ki, dişçi olması gerekirken, yanlışlıkla öğretmen olduğunu düşünmekten kendimi alamazdım.

Adapazarı Belediyesi, Orhangazi Kültür Merkezi Aralık 2011 etkinlikleri çerçevesinde hafta sonu düzenlenen bir seminer esnasında.

Hürriyet yok, ekmek yok, iş de yoktu

İlkokul hamasi nutuklar dinleyerek ve milli bayramlarda hamasi şiirler okuyarak bitti. Başöğretmenim Hikmet Bey durmadan laik Türkiye’nin birikimlerinden, zenginliklerinden, cumhuriyetin faziletlerinden söz ederek geçmişi kötüler, sanki cumhuriyeti reddediyormuşuz telâşı içinde, onu göklere çıkarırdı. Hâlbuki hepimiz cumhuriyet çocuğuyduk. Cumhuriyeti reddeden filan yoktu. Ayrıca hürriyet yok, ekmek yok, iş de yoktu. Şimdi söyler misiniz lütfen: Bu serüvenin hiç yaşanmamış bölümünün, yani çocukluğumun, askeri darbelerle yaralanıp korkularla berelenmiş güzelliğinin, yani gençliğimin hesabını kimden sorayım? İdeolojik şiirlerle neslimin çocukluğunu çalanlardan, neslimin gençliğini sloganlar cehennemine fırlatanlardan, neslimin orta yaşında ise ülkemi bir açık hava hapishanesine döndürüp âdeta çocukluğumuzu, gençliğimizi, özetle mazimizi ve bir bakıma da geleceğimizi zindana atanlardan bir şekilde hesap sormak gerekmiyor mu? Büyük hesap gününe inanmasaydım, herhalde çok mutsuz olurdum. Şimdiki halde, inancım en büyük mutluluğumdur!

'Başın derde girer' diyorlar

Gazeteciliğe ortaokul sıralarında, okul müdürünün emriyle çıkarmaya başladığım duvar gazetesiyle başladım. İlk köşe yazımı da o gazete için yazdım. Ne yazık ki, ilk yazımı yazdığım ilk gazetemin ömrü yalnızca on beş dakika kadar oldu. Yazdığım ilk köşe yazısında, içindeki çelişkiler sebebiyle tarih kitabını eleştirmem okul müdürünün hoşuna gitmemiş, bu yüzden gazete duvardan indirilmişti. Bu yüzden ceza almadım, ama sıkı bir tembihten geçirildim. Müdür Bey’e göre, önce okullarım bitmeli, büyümeliydim. Ancak bir yerlere geldikten sonra böyle eleştiriler yapabilirdim.Okullar arka arkaya bitti. Büyüdüm, gazetecilikten emekli oldum. Yüz civarında da kitap yazdım. Ama hâlâ bildiklerimi, düşündüklerimi söylemeye bırakmıyorlar: 'Başın derde girer,' diyorlar. Aradaki kırk yıl, demokratik gelişme açısından hiç yaşanmamış gibi!

Tarihi sevdiren adam Yavuz Bahadıroğlu, ‘Eğlenceli Bilginin Adresi’ Bilgi Evleri’nin “Çocuk Okur, Yazar Buluşması”nda Küçükçekmeceli öğrencilerle bir araya geldi. (Küçükçekmece, İstanbul)

Tarihi Sevdiren Adam

İlk kitabım “Sunguroğlu'nu 1972 yılında yazdım. Sunguroğlu, henüz gazetede yayınlanma aşamasında iken büyük bir ilgi gördü. Ardından Buhara Yanıyor ve Elveda Buhara isimli kitaplarım yayınlandı. Bu ikisi gerçekten kırılması zor satış rekorları kırdı. Bir yandan da Niyazi Birinci imzasıyla çocuklara yönelik eserler üretiyor ve bir günlük gazetede Şeref Baysal ve Veysel Akpınar imzalarıyla iki köşe yazısı birden yazıyordum. Romanlarıma 'tarihî roman' dediler, ama ben onları hiçbir zaman öyle görmedim. Bence yazdıklarım tarihî roman değil, bendeniz tarihin romanını yazıyorum. Yani tarihî olguyu romanlaştırıyorum. Yurt içinde ve yurt dışında çeşitli konularda yüzlerce konferans verdim, çeşitli kurum ve kuruluşlar tarafından ödüllendirildim. Bazı kitaplarım Kültür Bakanlığı Yayınları arasında çıktı. Birlik Vakfı tarafından 20 Kasım 2004'de 'Tarihi Sevdiren Adam' unvanıyla ödüllendirildim. Hâlen Vakit Gazetesi’nde köşe yazısı yazıp Moral FM Radyosu’nda 'Hayatın Yorumu' başlıklı yorumlar yapıyorum. Aynı zamanda Millî Eğitim Bakanlığı Yayın Danışmanlığı görevini de sürdürüyorum.

İstiklâl Marşı’nın yazıldığı alfabeyi ben niçin çözemiyordum

Beni okumaya yönlendiren bir kaç öğretmen ve bir kaç isim sayabilirim. Bunlardan bir tanesi de rahmetli babamdır. Daha ortaokul ikinci sınıfa gidiyorum. Elinde Safahat'ın tıpkıbasımıyla ders çalıştığım odama girdi. 'Al, İstiklal Marşı'nı Akif'in el yazısından oku bakalım bana” dedi. 'Ben bunu okuyamam” deyince de, 'Sen Akif'i sevmiyor musun?” dedi. 'Seviyorum, hatta İstiklal Marşı'nın on kıtasını ezbere biliyorum” dedim. 'Sen Akif'i seviyorsun ve el yazısını okuyamıyorsun, bu nasıl bir sevgidir, çok üzülmüştür şimdi, aslında ben de üzüldüm” deyip kitabı da masamda bıraktı ve odamdan çıktı. Babam gemi kaptanıydı, ayda yılda bir eve uğrardı. Uğradığı zamanlarda da böyle hinlikler yapardı. Ben de odama kapandım ve on iki günde Osmanlıca okumayı öğrendim. Çünkü 15 gün sonra babam gemisiyle yine gidecek, 3 ay sonra dönecekti. Giderken atladım, 'Al, ben bunu okuyabiliyorum” dedim. Ve okudum. O da 'Aferin, Akif şimdi seni çok seviyor” dedi ve gözlerimin içine baktı, gülümsedi ve 'Baban da seni çok seviyor” dedi. Babam çok gülümseyen bir adam değildi. Karadeniz'in sert rüzgârları gibi, fırtınalı bir adamdı. İlk defa bana 'Seni seviyorum” demişti yüzüme karşı ve son defa...

Fatih Sultan Kar ,Niyazi Birinci-Yavuz Bahadıroğlu ile birlikte

Biz seni bunun için mi okuttuk

1972 sonlarıydı, ilk kitabım Sunguroğlu çıktı ve önce ona gönderdim. Sert bir mektup yazdı. “Böyle hikâyeyle, masalla insanlara hizmet mi edeceksin evlat, biz seni bunun için mi okuttuk?” diyordu mektubunda. Çok sarsıldım tabi, yüreğimin üzerinden tank geçmiş gibi oldu. Benim kalemim durdu... Aradan bir zaman geçti. Hastalanmış babam. Sonra kendisi anlattı. Müthiş bir grip olmuş. Nekahet döneminde de, “Bakalım bizim oğlan ne yazmış” diyerek kitabımı okumuş. Okuduktan sonra bana 'Ciğer köşem oğlum” diye başlayan bir mektup yazdı. Bu mektupta, bununla insanlara hizmet etmenin mümkün olduğunu, Kuran'da da kıssaların yer aldığını, kıssaların (ibretli hikâyeler) anlamayı kolaylaştırdığını ve benim yaptığım işin aslında bu olduğunu yazmıştı. Daha sonra, yüz yüze geldiğimizde, “Niye önce sert, sonradan da böyle bir mektup yazdın?” diye sormuştum. “Okumadan yazmıştım, aşk-meşk romanlarından biri zannetmiştim.” demişti. “Zanla olur mu baba, sen araştırıcı bir adamsın, bana haksızlık ettin.” dedim. Bana bir takım elbise aldı, öylece ödeşmiş olduk.

Tarihe seyahatim babamın getirdiği kitapla başladı

Sefer dönüşü bir armağan getirdi babam. Yine Osmanlıca bir kitaptı: Tarih-i Nâima. Tarihe seyahatim bu kitapla başladı. Ardından yazma merakı hafif hafif yüreğimi dürtükledi. Şiirler ve halk hikâyeleri türünden bir şeyler karalamaya yöneldim. Yazdıklarımı okuduğum herkes bayılıyor, ama ben bir türlü beğenemiyordum. Sürekli okuyup yazmaya devam ettim. Tabii bütün bunların uzunca hikâyeleri var. Roman olarak ilk okuduğum kitap Sefiller. Hatta onun da bir hikâyesi var. Hayat zaten yaşanmış hikâyeler bütünüdür. Çocukluğumda Amerikan çizgi romanları ortalığı kasıp kavuruyordu. Tabiatıyla biz de Amerikalı uyduruk kahramanlara özeniyorduk. Aklım ermeye başladığında tepki doldum, ancak tepkiyi aktif hale getirmeliydim. Yerimde oturup söylenerek bir şey halledemezdim. Başta babamın armağanı Naima Tarihi olmak üzere okuduğum tarih kitaplarındaki kahramanlıkları düşünmeye başladım. Zaman içinde bir karar verdim: Osman Gazi, Fatih, Yavuz ve diğerleri kendi kahramanlarımı yazacaktım. Bismillah; dedim ve Sunguroğlu’nu yazdım. Bence çok da iyi ettim! Benim kızım da aynı romanın genç kız kahramanı Nilüfer’den öylesine etkilenmiş ki, ilk torunuma Nilüfer ismini verdi. Dahası, konferans için gittiğim yerlerde bu tür şeylerle çokça karşılaşıyorum. Ya benim adımı veriyorlar çocuğa, ya da roman kahramanlarımın. İnsanın yüreği sevinçle vuruyor o zaman. Yazarın ödülü bu olsa gerek diye düşünmekten kendimi alamıyorum.

Ömür, yazarda esere dönüşür

1974 yılıydı. Zor günler geçiriyordum. Eşim hastalanmıştı. Önce en küçük oğlumu uyutuyor, sonra okul çağındaki iki çocuğumu okula hazırlıyor, karlı havalarda biri bir omzumda, öteki diğer omzumda okula götürüyor, hızla eve dönüp eşime kahvaltı veriyor, ilaçlarını içiriyor, sonra da masanın başına oturup 'Buhara Yanıyor'u yazıyordum. Bu hengâme içinde bir de ayrı imzalarla iki köşe yazısı kaleme alıyordum. Bazıları 'Bu kadar eser nasıl yazılır ?' diye soruyor. İşte böyle yazılır. Başkalarının kahvehanelerde, meyhanelerde tükettikleri zamanı değerlendirirseniz, ömür biriktirmiş olursunuz. Ömür, yazarda esere dönüşür.

Tarihi romanlaştıracağım

Yirmili yaşlardaydım. Müthiş bir tarihin içinden geldiğimiz halde kudretli romanlarımızın olmayışı beni tedirgin etmeye başladı. 'Tarihi roman' adına yazılanlar tarihi arka plân olarak kullanıyor, hatta tahrif ediyorlardı. Dahası, 'insan'sız romanlardı. Silik bir sürü kukla yatak odaları arasında mekik dokuyordu. Osmanlı ceddimin yaşam biçimine girdikçe, onları kadını, erkeği, çocuğu ve en önemlisi devlet yapısıyla tanıdıkça fark ettim ki yazılanlar gerçek dışı. İftira! Önce üzülüp hüzünlendiğimi, ardından kızıp köpürdüğümü, en sonunda bağırıp çağırdığımı, nihayet durulup bir karar verdiğimi hatırlıyorum: 'Tarihi romanlaştıracağım!'. Romanın etkisini biliyordum. Tarih bilincinin ancak hikâyeleştirilmiş tarihle sağlanacağına inanıyordum. Onu yapmaya çalıştım. Ceddim beni peşine takıp götürdü, anlayacağınız. Bazen rüyalarıma girip beni yönettiler. Bazen çalışma odamda doluşup daha hızlı yazmaya teşvik ettiler beni. Hayat boyu acele edişimin sebebi hem bu, hem de yazmak istediklerimi yazamadan göçme telâşıdır. Yine yazamadıklarım yazdıklarımdan daima fazla olacaktır. Bunu biliyorum. Bu yüzden hâlâ acele ediyorum.

Laz inadım tuttu

Niyazi Birinci; Yavuz Bahadıroğlu’nun kiracısı durumunda. Çok geziyor. Çok konuşuyor. Derdini yaşıyor ve paylaşıyor. Galiba yayıncıların narına yandı! Çünkü yayıncılar şöhret arıyor. Niyazi Birinci yeteri kadar meşhur olmadığı için kitaplarını Yavuz Bahadıroğlu’na kaptırdı. Şimdi onun evinde misafir.1970'lerde Babıâli'de bir kahtı rical (adam kıtlığı) vardı. Ben gazetede çalışırken o kadar çok yazıyorum ki, bir günde 4-5 yazıya Niyazi Birinci imzasını atmam gerekiyordu. Bunu biraz çeşitlendirelim dedik. Biraz da 'adam kıtlığı mı var?' dedirtmemek için, ayıp olmasın diye yazılarda kullanmak için farklı imzalar bulduk. Yavuz Bahadıroğlu dışında Şeref Baysal, Bahadır Alp, Veysel Akpınar, Selçuk Kuleli, Nurcan Sevinç imzalarını kullandım. Haber yapıyor, fotoğraf çekiyor, köşe yazısı yazıyordum. Bütün bunlara tek imza atmak garip oluyordu. Roman yazdığımda da hukuk müşavirimiz rahmetli Bekir Berk abi, “Bu böyle olmaz, gel sana başka isim bulalım. Senin ismin Yavuz Serdaroğlu olsun!' dedi. Ben Yavuz ismini beğendim, ancak Serdaroğlu yerine, kendi soyumuzdan gelen Bahadıroğlu ismini daha sempatik buldum. Bekir abinin kızmasına rağmen, onda karar kıldık. Bana “Laz inadın tuttu.” filan dediyse de öyle kaldı.




Orjinal Habere Git
— HABER SONU —