Zeyyat Selimoğlu kitaplarında bilinmeyen hayatları konu ederdi. Yalınlık içinde kıvrak, renkli bir anlatım ile gerçekle çağrışımı ustalıkla bağdaştırırdı.
Rize'nin Köylerinden isimli çalışması dışında Direğin Tepesinde Bir Adam isimli kitabında Rizeli hayatlara yer vermiştir. Babası Rizeli Meşhur Armatör Hamdi Selim’in oğludur. Cumhuriyet Gazetesinin 1949-1950 Yılı Yunus Nadi Mükâfatını kazanan “Rize’nin Köylerinden” isimli “Bir Memleket Yazısı”nı; memleket renklerinde örülmüş, orijinal bir yazı olması dolayısı ile sizlerle.
RİZE’NİN KÖYLERİNDEN
Tanır mısın kardeşim, Rize’nin köylerini tanır mısın? Rize deniz demek, orman demek, “kurut” demek, “minzi” demek. Bu lügat başka lügattir; memleketimin lügatidir bu. Açan bilmez, gezen bilir. Rize; bacaklarını hamsili sahillerine sokup, sırtını yemyeşil fındık ormanlarına yaslamıştır. Öyle durur, oldum olası. Gel seninle Rizeli olalım bugün. Bak aynaya, ne gördün? Tepeden tırnağa kemik içinde, her yaşta delikanlısın. Ali’sin, Memiş’sin, Hızır’sın. Sağlam çevik bacakların, avurtları çökük yüzün, sivri, uzun bir burnun var. Bundan böyle susmak yoktur kitabında, yalan yanlış; durmadan konuş. Üç gün aç kalmış bir insanın ekmeğe sarılması gibi Rizeli sarılır lâfa. Biz artık Rizeliyiz, duramayız oturduğumuz yerde. Köyümüz yukarıda, en aşağı bir saat ister denize. İster ister, “yuzceç edelum” bugün. Karadeniz’e güneş vurdu mu uşaklar denizi içmek ister, yemek ister. Onlar denizi yer, “kara yelden aldi mi hava” deniz onları indirir gövdeye. Rizeli gözünü denizde açar, denizde kapar. Bir garip kaderdir bu. Böyle gelmiş, böyle gider.
YÜZMEYİ UŞAKLARA BIRAKIN
Sabah sabah inmişiz “yaliya”, elimizde dinamit ve kibrit, atıldık sulara. O binam, kolunu yukarıda tut; ıslanmasın kibritler, dinamitler. Karşı kayaları gördün mü, provamızdaki kayaları? “Viya böyle” Sinirli, kuvvetli ellerinle yapış kayalara, çek kendini yukarı; çıktık. Açık renk gözlerin “çesçindi” deler geçerler Karadeniz’i, dibe kadar inerler. Gözlerini dipte unutma kardeşim, aman dipte unutma gözlerini. Ne gördük? Rizeli denizde ne görürse onu: Balıklar. “Ha buriya bir suri”, kibriti yak. Ateşle dinamiti, çabuk fitil tükenmeden. Karadeniz midir bu sallanan, deniz göğe mi çıktı? Rizeli dinamitle dağları, kayaları atmaz; Rizeli denizi atar dinamitle. Deniz yağmur oldu, gene denize indi. “Oyy haluklar” sersemlediniz, bir baygınlık çöktü üzerinize, koyverin kendinizi, çıkın suyun üstüne. Yüzmeği uşaklara bırakın balıklar, onlardan öğrenin yüzmeyi. Bir, iki, beş, on, yirmi. Dinamitle bayılan balık elle tutulur, hem yüzersin, hem toplarsın, portakal ağacından portakal koparır gibi. Öğleye balık yiyeceğiz, mısır ekmeği, “muhlama” yiyeceğiz ve üzerine buz gibi ayranı diktik mi... Balıkla yoğurt? Rizeli balıkla yoğurdu beraber yer de “yabani taş” gibi sapsağlam kalmasını bilir.
RİZE AZ DÜZLÜK ÇOK BAYIR
Rize’nin içerileri, az düzlük, çok bayır. Güneşin altında aydınlık mısırlıklar, nefti gölgeli fındık ormanları. Bir fındık ağacının altına uzandık. Başımızın üstü yaprak, başımızın altı el boyu çimen. Havayı kokluyoruz. Nedir bu? Bir ıslaklık, bir türbe serinliği var havada. Rutubetli yerdir bu Rize. Orman yağmura sevdalıdır, yağmur ormana tutkun, dudak dudağa geldiler mi bir kere, günler suya doyamaz. Karalar deniz suyunu sevmez; ona gökler taşımalı suyunu ve bereket şakır şakır döküldükçe toprağa, ağaçlarımız böyle dakikada bir boy atar, bulutlarla konuşur.
RİZELİ KADIN HAKKINI HELAL ETMEDİKÇE
Adım başında su, adım başında kaynak. Sağda ağaç, solda fidan; armut, elma, portakal mandalina, “karamış.” Şu kokulu üzümü başka yerde bulamazsın. Ne çavuştur, ne yapıncak. Burayı da geçelim. “Deremenler.” Rize’nin kalbi, değirmenlerinde çarpıyor kardeşim. Hani kanatları deme. Suyun rüzgârdan bol olduğu yerde kanatları ne yapalım? Bizim “deremen” lerin çarkını buz gibi sular döndürür ve “kari” larımız çıplak ayaklar ile sivri taşlara basarak değirmene mısır öğütmeğe giderler. Rizeli kadın hakkını helâl etmedikçe, Rizeli erkek denize açılmasın. Karada yalnız kadındır çalışan. Sabah erkeğinin ayaklarını yıkamakla işe başlayıp “kebre” çuvalından mısır çuvalına kadar, her yükü taşıyan onun sırtı. Erkek denizle boğuşurken kadın toprakla didişir Rize’de. Çocuklara kim mi bakar? Çocuklara dağlar bakar, taşlar bakar. Çocuk kendi kendini büyütür, kendine dadılık eder. “Sari kiz” un çocuğu ile uğraşmaktan kendi çocuğumuzu gözetmeğe vaktimiz mi var bizim? “Sari kiz” inek adı ve ineğin yavrusu insanın yavrusundan ağır basar Rize’de.
KARAMİŞLERİN MEYVEYE GEÇ DÜŞMESİ
Güneş devrildi. İkindi vakti. “Hoca Efendi” dut ağacının tepesindedir şimdi. Sol el ile bir dala tutunup sağ elini kulağının yanına götürmüştür. Minarenin olmadığı yerde, dut ağacına minare derler ve “came” iki odalı, fakir bir binadır. Namazdan sonra kerevetlere dizilip ağalar hoşbeş ederler. “Karamiş” lerin meyveye geç düşmesinden, Hüseyin’in kızı Ayşe’nin değirmen yolunda gördüğü periye kadar, köyün başından geçen bütün macera kendini burada anlattırır. Ve meşhur sınır kavgası hikâyeleri: “Dedum ona, dedi bana” Bir de bakarsın avucum genişliğinde toprak saniyenin içinde iki kardeşi kanlı bıçaklı edivermiş. Toprak hırsı ve hırsızı. İkisi birbirini tamamlıyor Rize’de.
“Came” yi geride bıraktık. Bayırlar diktir ama “Metin’in bayırı” diklikte tek. Burada uşaklar çifteyi doğrultup, kuşları uçarken gözünden vururlar: Sarikuş, kilimçiha, trivona.Tombul, yağlı bir kuş var ki onun hikâyesi bambaşka. Bıldırcını biz kıyılarda bekleriz. Ağla tutulan yalnız balık mıdır? Kuş da tutulur ağla. Kıyı boyunca çifter çifter direkler dikilip arasına ağı gerer ve ismine “nefel” dersin. Sonra oturup bir kayanın üzerine, sabahın alaca karanlığında, kısmetini kollarsın.
RİZE’NİN KÖYLERİNDE GECELER ÇAKALLARIN SESİNE AĞLAR
Karadeniz… Ekmeğinin anası deniz, şimalden üfürmeğe koyuldu mu bıldırcınları “nefel” ler, sevinçten horon etmeğe başlar ve kuyruksuz, semiz hayvancıklar üçer-beşer, dökülürler torbaya. “Oyy kurban olayim seni verene”, gökten kuş yağdırırsın da nasıl adını anmam? Gece, indi indi de köyümüze yaslandı. Rize’nin köylerinde geceler çakalların sesinde ağlar ve karanlıklar perde perde gerilip ulumalar başladı mı, dolgun etli, sarışın mısırları bir dehşettir, bir ürpermedir alır. Ama bu gece çakal sesleri kemençe sesleriyle boğulacak. Bu gece düğün var köyümüzde, kardeşim. Düğün demek horon demektir ve horon, siyah dar “zıpka” ları içinde yedi sekiz uşağın el ele verip kendini kaybetmesi, kendini bulmasıdır. “Oyy kemaneci sık vur, sık vur” da rüzgârda yalpalanan yelkenler gibi titresin uşakların omuz başları. Kardeşim, bu “atlama” lar, “sallama” lar, “Sürmene” ler sabahlara kadar sürüp gidecek! Bu gece köy, baştan aşağı horonum der de başka şey demez. Biz bakalım, düşelim yollara. Vakit erdi, sabaha erken deniz yolu. Horonları, uşakları arkada bıraktık da gidiyoruz; portakal ağaçlarının arasından. Kemençe sesleri süzmece geliyor artık. “Kemanemun telleri” nde, Rize midir bu konuşan kardeşim, Rize mi bağırıyor peşimizden?
ZEYYAT SELİMOĞLU KİMDİR?
31 Mart 1922 tarihinde İstanbul’da doğdu. Rizeli Armatör Hamdi Selimoğlu’nun oğludur. Alman Lisesi'nden sonra, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nden mezun oldu. Hikâyelerinin yanı sıra, Almancadan çevirileri ve radyo oyunları ile tanındı. Rize'nin Köylerinden başlıklı yazısı ile Cumhuriyet gazetesinin 1949-50 Yunus Nadi Armağanı'nı kazanarak edebiyat dünyasına ilk adımını attı. Koca Denizde İki Nokta başlıklı oyunu ile 1970 TRT Sanat Ödülleri Yarışması'nda Başarı Ödülü'ne layık görüldü. Çocuk kitapları yazdı, tek romanı Tutkunun Köşeleri'nde sınıf atlama ve zenginleşme idealini konu edindi. Denizcilerin yaşamlarını ve serüvenlerini yarattığı canlı karakterler aracılığıyla etkili bir anlatımla işledi. Selimoğlu, 30 Haziran 2000'de İstanbul’da, Nişantaşı'ndaki evinde vefat etti.
Kaynak: Türk Folklor Araştırmaları Dergisi Cilt 1 Sayı 13 İstanbul 1950
Fatih Sultan KAR / İST.