Arapçada “aşere” on, 'âşir' onuncu demektir. Halkımız onuncu gün mânasına gelen “âşir”i, aşure şeklinde telâffuz ederek Muharrem’in onuncu gününe aşure günü ismi vermiş, böylece tarihe de aşure günü olarak geçmiştir.
Aşure gününün içinde bulunduğu ayın adı Muharrem'dir. Bu ay hicri takvimin başı olmakla önem kazanmıştır. Bunun yanında, bazı tarihî olaylara mazhar olmakla da ayrı bir özellik kazanmıştır. Dört haram/muhtereme aylardan biri olarak da eskiden beri bir ayrıcalığa sahiptir. Hz. Aişe’nin bildirdiğine göre, Hz. Peygamber (asv)'in Ramazan'dan sonra en çok oruç tuttuğu bir ay olarak da bilinir.
Müslim’in rivayetine göre Hz peygamber (a.s.m)
“Ramazan ayından sonra oruç için en faziletli ay Muharrem ayıdır.”(Müslim, Sıyam, 202-203) diye buyurmuştur.
Aşure gününün orucu, kendisinden önceki bir yılın günahlarına kefaret olacağına dair rivayetler de vardır.
Aşure ile ilgili bir ayet yoktur. Ancak Tevbe Suresi'nin 36. ayetinde, ayrıcalıklı olarak söz konusu edilen haram/muhterem dört aylardan biri de Muharrem ayıdır.
Şu anda takvimlerimizde iki tarih vardır. İkisi de peygamberlerle alâkalıdır. Biri İsa Aleyhisselâm’ın doğumunu temel kabûl eder, biri de Muhammed Aleyhisselâm’ın hicretini...
İsâ Aleyhisselâm’ın doğumundan başlayan tarihe, “Milâdî Tarih” adı verilmiştir. Âhir zaman Nebîsi (asv)’in hicretini temel kabûl eden tarihe de “Hicrî Tarih” adı verilmiştir. Demek her iki takvim de peygambere dayanmaktadır.
Milâdî takvimde sene, nasıl Ocak ayı ile başlarsa, hicrî takvimde de Muharrem ayı ile başlar; ilk hicret kafilesinin yola çıktığı bu ay, hicrî senenin ilk ayı olarak bilinir.
Muharrem ayının, senenin ilk ayı oluşuna sadece hicret kafilesinin bu ayda harekete geçmesi sebep olmamıştır. Bu ay, ayrıca tarih boyunca fevkalâde hâdiselere menşe’ ve mebde’ olmuştur. Bu hâdiselerle de Muharrem ayı hicrî takvimin birinci ayı olmaya lâyık görülmüştür.
Hele bu ayda bir de aşure günü vardır ki, geçmiş bütün peygamberlerce farklı bir gün olarak kabûl edilmiş, birçok hayırlı ve hattâ hüzünlü hâdiseler bu Muharrem ayının onuncu günü içinde kaderin çizgisine aksetmiştir.
Kaynaklarda geçtiğine göre ise bu güne bu ismin verilmesinin hikmeti, o günde Cenâb-ı Hak on peygamberine on değişik ikram ve ihsanda bulunduğu içindir. Bu ikramlar şöyle belirtilmektedir:
1. Allah Hz. Musa'ya (a.s.) aşura gününde bir mucize ihsan etmiş, denizi yararak Firavun ile ordusunu sulara gömmüştür.
2. Hz. Nuh (a.s.) gemisini Cûdi Dağı'nın üzerine aşure gününde demirlemiştir.
3. Hz. Yunus (a.s.) balığın karnından aşure günü kurtulmuştur.
4. Hz. Âdem'in (a.s.) tövbesi aşura günü kabul edilmiştir.
5. Hz. Yusuf (as) kardeşlerinin atmış olduğu kuyudan aşura günü çıkarılmıştır.
6. Hz. İsa (as) o gün dünyaya gelmiş ve o gün semâya yükseltilmiştir.
7. Hz. Davud'un (a.s) tövbesi o gün kabul edilmiştir.
8. Hz. İbrahim'in (a.s.) oğlu Hz. İsmail (as) doğmuştur.
9. Hz. Yakub'un (a.s.) oğlu Hz.Yusuf (as)'ın hasretinden dolayı kapanan gözleri o gün görmeye başlamıştır.
10. Hz. Eyyûb (a.s.) hastalığından o gün şifaya kavuşmuştur. (bk. Diyarbekri, Tarihu'l-hamis, 1/360; Sahih-i Müslim Şerhi 6/140)
Bu yüzdendir ki, hemen bütün İslâm ülkelerinde 10 Muharrem’de çeşitli tahılların bir araya getirilerek yapıldığı aşure tatlısı yapılır, bu tarihî hâdiselerin hatırlanması mânasında sevinçli ve neşeli günler yaşanır, eş dosta aşure yedirme âdeti devam eder.
Aslında böyle bir tatlı İslâmî bakımdan ne emredilir, ne de nehiy... Yâni, ne yapana yapma denir, ne yapmayana yap... Anlayış ve âdet mes’elesi...
Nûh Aleyhisselâm’ın gemisinden karaya çıktığı günü, geride kalan çeşitli tahılları bir araya getirip de pişirdiği şükür tatlısının hatırlanması mânasında yapılan aşureler, herhalde gönüllerde bir canlanma, çoraklaşan maddî hayatımızda bir tebessüme imkân vermektedir. Kendi gibi, mânası da tatlıdır.
Hz. Peygamber (asv) Medîne`ye geldiği zaman Yahudilerin aşûre günü oruç tuttuklarını gördü ve bunun ne orucu olduğunu sordu; cevap olarak şöyle dediler:
'Bugün, iyi bir gündür. Allah, İsrailoğulları`nı Firavun`un zulmünden bugün kurtarmıştır. Musa (a.s.) Allah`a şükür için bugünde oruç tutmuştur. Biz de tutarız.' dediler. Hz. Peygamber; 'Biz Musa`nın sünnetine sizden daha yakınız.' dedi ve o gün oruç tuttu ve ashabına da tutmalarını emir buyurdu. (Buhârî, Savm, 69; Tecrîd-i Sarih, VI/308, 309)
Hz. Âişe`den nakledilen şu hadiste, Allah Resulu (asv)`ın Mekke döneminde de aşûre orucu tuttuğu anlaşılır.
'Cahiliye devrinde Kureyş, aşûre gününde oruç tutardı. Hicretten önce Hz. Peygamber (asv) de aşûre orucu tutardı. Medine`ye hicret ettikten sonra bu oruca devam etti; ashabına da tutmalarını emretti. Ertesi yıl, Ramazan orucu farz kılınınca, aşûre günü orucunu bıraktı, isteyen bu orucu tuttu, dileyen de bıraktı.' (Buhârî, Savm, 69; Tecrîd-i Sarîh, VI/307, 308).
İslâm bilginleri aşûre orucunun vacip değil, sünnet olduğunda görüş birliği etmişlerdir. Yalnız İslâm`ın başlangıcındaki hükmü konusunda, Ebû Hanîfe vacip derken, İmam Şâfiî müekked bir sünnet olduğunu söylemiştir. Ramazan orucu farz kılındıktan sonra, bu oruç müstehap olmuştur. Ayrıca Yahudilere benzememek için Muharrem`in 9 ve 10 veya 10 ve 11`nci günlerinde oruç tutmak güzel görülmüştür.
Bu günde, oruçtan başka hayır hasenat ve sadaka gibi güzel âdetlerin de yaşatılması isabetli ve yerinde olacaktır. Herkes imkânı nisbetinde ailesine, akraba ve komşularına ikramda bulunur; bugünlerin faziletini bildiren hâdiseleri hatırlayarak ihsanda bulunursa şüphesiz sevabını kat kat alacaktır. Bilhassa Peygamberimiz (asv) mü'minin aile efradına aşura gününde her zamankinden daha çok ikramda bulunmasını tavsiye etmiştir.
Bir hadiste şöyle buyurular:
'Her kim aşura gününde ailesine ve ev halkına ikramda bulunursa Cenab-ı Hak da senenin tamamında onun rızkına bereket ve genişlik ihsan eder.'(et-Tergîb ve'l-Terhİb, 2/116)
Bu aile mefhumunun içine akrabalar, yetimler, kimsesizler, konu komşular da girmektedir. Fakat bunun İçin fazla külfete girmeye, aile bütçesini zorlamaya lüzum yoktur. Herkes imkânı ölçüsünde ikram eder.
Âşura gününün manevi ve berraklığı üzerinde Kerbela karanlığının kesafeti de görülmektedir. 61. hicret yılının Muharrem'ine ait 10. gününde Hazret-i İmam Hüseyin (r.a.) 55 yaşında iken Sinan bin Enes isimli bir hain tarafından Kerbelâ'da hunharca şehit edilmiştir. Bu gadr ve zulmün arkasında Emevi Halifesi Yezid, onun Küfe valisi İbni Ziyad vardır. Yarım asır öncesinden Peygamberimiz (asv)'in bizzat haber verildiği bu ciğerleri yakan olay, Hazret-i Hüseyin (ra)'i Cennet gençlerinin efendisi olma şanına yüceltmiştir.
Şehitler mükâfatını almış, en yüce mertebelere ulaşmıştır. Yüce Allah'ın da zalimlere hak ettikleri cezayı en âdil bir şekilde vereceğinden şüphemiz yoktur. Kaderin verdiği hükme boyun eğen her mü'min, bu olaya üzülür, ancak itidalini ve soğukkanlılığını kaybetmez. Duyguları, yanlışlara ve taşkınlıklara götürmez. Çünkü meydana gelen bütün olaylar, ezelî takdirin bir hükmüdür. Bu açıdan bunu bir 'yas merasimi' haline dönüştürmek ehlisünnetin itikat ve inancına aykırıdır.
Sorularla İSLAMİYET