Ağlayan Kaya Efsanesi
Murat Ümit HİÇYILMAZ (Araştırmacı-Yazar)
Çoğu kişinin dikkatini çekmemiştir ama Pazar’ın Başköy köyünde Patava adlı bir mevkiinin güneydoğu yönüne bakan yamacında büyük bir dik kaya parçası bulunmakta ve bu kayanın görünen yüzünde ağlayan bir insan silüeti bulunmaktadır. Yörede “Ağlayan Kaya” olarak bilinen bu gizemli kayanın elbette bir hikâyesi de vardır.
Efsaneye göre: “Bundan yaklaşık iki bin yıl önce bir yaz günü Atina kasabası sahilinde Grek gemileri demirlemişti. Henüz yeni demir atmış gemilerden birinde kaptanın kölelerinden Veroça adlı bir kadın kaçmayı başardı. Bir ayağında zincir olduğu halde hiç bilmediği bu topraklarda Zuğas Deresini takip ederek sahilden olabildiğince uzaklaşmaya çalıştı. İlk gün dört mil kadar ilerleyerek Hotiras’ın topraklarına ulaştı. Onun topraklarından sessizce ilerlemeyi başaran Veroça bu kez Lamigos’un yurduna vardı. Bu iki ismi de önceden duymuş olan Veroça temkinli ilerliyordu. Çünkü genç yerli erkeklerin köle olarak toplanması Hotiras ve Lamigos gibi yerel işbirlikçilerin işiydi.
Veroça, aslen Lidyalıydı ve henüz dokuz yaşında iken bir savaş ganimeti olarak Yunanlara esir düşmüştü. O gündür, bu gündür kendisine; gemilerde kaptanlara ve Yunan komutanlara cariyelik yaptırılıyordu. Lidya ülkesinde asil bir ailenin kızıydı, bu yüzden yaşamak zorunda kaldığı esaret ona katlanılmaz geliyor ve bu yüzden bulduğu ilk fırsatta gemiden kaçmıştı. Şimdi onu nelerin beklediği belirsizdi ama ne olursa olsun o gemidekinden daha kötü olamaz diye düşünüyordu. Yunan gemilerinde bu toprakların yerlilerinden birçok esir Laz erkeğini tanıma fırsatı bulmuş, bu yüzden yerlilerden kendisine zarar gelmeyeceğini tahmin etmişti. Ancak yine de yerlilerin başındaki işbirlikçilerden uzak durması gerektiğini çok iyi biliyordu.
Büyükçe bir kestane ağacının altında sabahlayan Veroça, günün ağarmasıyla birlikte yoluna devam etti. Sahilden yaklaşık 8 mil uzaklaşmıştı. Şimdiye kadar karşısına hiçbir insan çıkmadı. Bir an buralarda yaşayan hiç kimsenin olmadığını düşündü ama Zuğas Deresinin batı yamacında ormanlık bir dağın yukarılarında duman gördü. Çok acıkmıştı ve yardıma ihtiyacı vardı, hiç düşünmeden dumanın olduğu yere gitmeye karar verdi. Ancak her taraf komar ağaçları ile doluydu, ilerlemekte zorluk çekti, doğru dürüst yol da yoktu. Yıllardır gemilerde bir köle olarak çok değişik coğrafyalara seyahat etmişti ancak bu mor ve sarı renkli çiçeğe sahip olan bu ağacı ilk defa burada görmüştü. Açlıktan bayılmak üzereydi ki komar çiçeklerine arıların konduğunu gördü ve yemekte mahsur olmayacağına karar verdi. Böylece bir miktar çiçek yiyerek açlığını bastırmaya çalıştı. Sonra da genç bir ağacın gölgesinde dinlenmek için uzandı. Uyumak istedi ancak aniden midesi bulandı, başı fırtınaya kapılmış bir geminin dümeni gibi döndü. Ne olduğunu anlayamadan oracıkta derin bir uykuya daldı.
Veroça birkaç saat sonra uyandığında baraka gibi küçük bir evin içinde buldu kendini. Hızlıca kalkıp gözleriyle etrafı kolaçan etti, kimsecikler yoktu. Küçük bir ahşap sininin üzerinde değişik bir tür ince ekmek vardı, hemen onu eline alıp yemeye başladı. Sonra da evin küçük ahşap kapısını kaldırıp kenara koydu ve dışarı çıktı. Evin az ilerisindeki hafif çukurda sönmüş bir ateşin közleri duruyordu. Aşağıda iken gördüğü dumanın bu ateşten çıktığını düşündü ama etrafta kimsecikler yoktu. Onu bayıldığı yerden bu küçük eve götüren kişi şüphesiz iyi bir insan olmalıydı. Birkaç adım atınca ayağındaki zincir parçasının da sökülmüş olduğunu anladı. “Biri var mı” diye Yunan dilinde seslendi ama evin arka tarafındaki büyükçe bir ceviz ağacının doruğundan Lazca “geliyorum” diye bir erkek sesi duyuldu. Veroça gemilerde esaret altında iken birçok Laz ile tanışmış ve bu yüzden çok az da olsa Lazca anlayabiliyordu.
Yaşlı ceviz ağacının üzerinde tüm vadiyi izleyebilecek şekilde bir tür ahşap iskele inşa etmiş olan erkek, seri bir şekilde aşağıya indi. Veroça’ya güven veren bir ses tonuyla adının Pato olduğunu söyledi. Sonra da onun kim olduğunu ve nereden geldiğini sordu. Veroça, Yunan gemisinden kaçtığını ve dereyi takip ederek aşağıdaki çiçekli alana kadar geldiğini el kol hareketlerinin de yardımıyla güç bela anlattı. Sonra da dumanı görüp çiçekli ormana daldığını, biraz çiçek yedikten sonrasını hatırlamadığını söyledi. Onu anlayan Pato, güldü ve “o çiçeklerden yediğin için bayıldın” dedi.
Böylece Pato ile Veroça’nın hayatı kesişmiş oldu. Pato, yerli bir Laz erkeği idi. Karısı tarif edemediği bir hastalık yüzünden ölmüştü, tek oğlunu ise esir toplayıcılar alıp tanrılara kurban etmişlerdi, daha doğrusu Pato öyle olduğunu sanıyordu. Yaklaşık üç yıldır tek başına gizlenerek burada yaşıyordu. Yunan ve Miletoslu esir toplayıcıların yol güzergâhlarını ve geçiş zamanlarını ezberlediği için ateşini o saatlerde söndürüyor ve böylece yakalanmadan yaşamını sürdürüyordu. Boş zamanlarda da ceviz ağacına yaptığı gözlem yerinde vadiyi ve karşı dağları izleyerek güvenliğini sağlıyordu. Bazen orada sabahladığı da oluyordu.
Veroça’nın ansızın karşısına çıkması Pato’nun hayatını değiştirdi. Veroça’nın gidecek yeri yoktu, üstelik yaşamak ve korunmak için bir erkeğe ihtiyacı vardı. Böylece birlikte yaşamaya başladılar ve Veroça Pato’nun kadını oldu. Pato ona Lazca konuşmayı, avlanmayı ve ağaca çıkmayı öğretti. Yeni hayatını çok çabuk benimseyen Veroça iyi bir eş oldu.
Yaklaşık bir yıl sonra bir erkek çocukları oldu. Çocuğa Şapur ismini verdiler ama Pato, oğlu olduğu için hiç mutlu değildi çünkü yerleri tespit edilirse bu oğlunu da tanrılara kurban etmek için alacaklarını düşünüyordu. Veroça, o gün; alınan çocukların kurban edilmediğini, aksine Ege diyarında çitliklerde ve madenlerde çalıştırıldığını, bazılarınınsa gemilerde tayfa yapıldığını Pato’ya söyledi. Bu bilgi Pato için bir anda her şeyi değiştirmeye yetmişti. O gece ceviz ağacındaki ahşap iskelede sabaha kadar uyuyamadı, dağların ardındaki ülkeleri, uçsuz bucaksız olduğu söylenen denizleri hayal etti. Acaba oğlu sağ mıydı, sağ ise neredeydi? Birkaç gün Pato heyecandan uyuyamadı, yemeden içmeden kesildi. İçinde bir yerlerde oğlunun sağ olduğunu hissediyordu. Sonunda Veroça’ya oğlunu bulabilmek için yola çıkacağını, bulamazsa bile bu uğurda yollara düşmek istediğini söyledi. Onu vaz geçiremeyeceğini daha en başından anlayan Veroça’nın içi burkuldu ama dili “gitme!” demeye varmadı. Esarette geçen bir ömrün sonunda ilk kez bir yuva edinmiş, hatta anne olmuştu. Sadece kendisi ve çocuğu için avlanan bir erkeğe sahip olmuşken bir anda çok küçük bir ihtimal uğruna bu ıssız yerde tek başına bir bebekle nasıl kalacaktı? Bunları düşündükçe komar çiçeği yedikten sonra olduğu gibi başı döndü, bayılacak gibi oldu.
Pato, evi ve arazisinden Zuğas deresine doğru kayalıklardan zikzak şeklinde inen gizli bir patika yapmıştı. Pato, yapacağı yolculukta; Veroça’nın geldiği yönün aksine sahile yani Atina kasabasına hiç inmeyecek, bu patikadan başlayıp Zuğas deresinin doğduğu dağlara çıkacak ve o dağları aşıp Yunan diyarına gidecekti. Veroça, kucağında bebek ile Pato’yu dik kayalığın başına kadar uğurladı. Orada otururken bebeğine süt verip, Pato’nun uçsuz bucaksız dağlara doğru gidişini ağlayarak seyretti. Veroça hava kararana dek orada oturdu, o kadar çok ağladı ki gözyaşları ince boynundan akarak adeta sütüne karıştı.
Pato’nun evinde bebeğiyle yapayalnız kalan Veroça, her gün onu yolcu ettiği dik kayanın başında oturup, umarsızca dağları seyretti. Pato’nun kayıp oğlunu bulmak uğruna yollara düşmesi ne kadar hayal ise, onun da kocasının bir gün çıkıp geri dönmesini beklemesi aynı derecede bir hayaldi. Birkaç ay sonra Veroça kocasının yolunu beklemekten vazgeçti. Çocuğu için çaresiz halini kabullenmek zorunda kaldı. Kocasından öğrendiği her şeyi aynen uygulayarak hayatta kalmayı başardı. Oğlu Şapur’un yanında bir kez bile tek kelime Yunanca konuşmadı. Aksine geçmişini gizlemek için oğluna sadece kocasının dili olan Lazca’yı öğretti. Yıllar yılları kovaladı ve Şapur genç bir delikanlı oldu. Hem iyi bir avcı, hem de iyi bir çiftçi oldu. Annesi ile birlikte babası Pato’nun toprağını imar edip güzel bir yurda dönüştürdüler. Bu araziye Pato’nun yurdu anlamında Patova ismini verdiler.
Bir gün Şapur ile annesi barındıkları küçük evin çatısındaki toprağı değiştiriyordu. O esnada aşağı taraftan bir ses geldi, daha doğrusu konuşan insanların sesiydi bu. Evin çatısında bulunan Şapur, insanların konuştuğu bu garip dili daha önce hiç duymamıştı, bu yüzden ne konuşulduğunu anlayamadı ama annesi Veroça her şeyi anlamıştı. Konuşulan dil düpedüz Yunancaydı ve belli ki gelenler Yunan’dı. Veroça bir an panikleyip dona kaldı. Kendi geçmişinin ortaya çıkmasından tutun da, kocasının gidişine ve oğlunun esir alınma ihtimaline kadar bir sürü kötü şey aklından geçti. Ne yapacağını bilemedi, adeta dili tutuldu. Neyse ki gelen Yunanlar asker elbiseli değildi ama çatıdaki Şapur’u gösterip aralarında birşeyler konuşuyorlardı, işte bu hayra alamet değildi. Şapur olan biteni idrak edemiyor ama anne Veroça ise on beş yıldır hiç konuşmadığı bu dili gayet iyi anlıyor ve gelenlerin Şapur’un teslim olması gerektiğini söylediklerini duyuyordu. Bir an için oğlunun başına gelecekleri düşündü ve içi burkuldu. Oğlunun bir köle olarak ömrünü geçireceğini ve yeniden yalnız başına kalacağını anlayınca rengi bembeyaz kesildi. Neredeyse zor nefes alıyordu. Yunan keşşaflardan biri geriye doğru işaret amaçlı ıslık çaldı ve Şapur çatıdan inene kadar işbirlikçi Lamigos ile birkaç Grek askeri de yanlarına geldi. Lamigos Lazca bildiği için Şapur’a durumu izah etti ve tanrılara kurban edilmek için onun seçildiğini, anca bu şekilde annesinin burada huzur içinde yaşayacağını, kendisinin ruhunun sonsuza dek burada kalacağını söyledi. Veroça ve Şapur herhangi bir taşkınlık göstermeksizin durumu kabullenmek zorunda kaldılar. Vedalaşırken Veroça iki eliyle Şapur’un yüzünü kavradı ve kulağına usulce, tanrıya kurban edilme olayının bir yalan olduğunu, kendisinin köle yapılacağını ve ağır işlerde çalıştırılacağını, bu yüzden de hazırlık yapıp bir şekilde kaçıp buraya dönmesi gerektiğini tembihledi. Şapur bir anda gerçeği kavradı ve annesine döneceğine dair bakışlarıyla söz verdi. Veroça dik kayanın başında her gün onu bekleyeceğini söyledi. Böylece anne oğul birbirinden ayrıldı.
Oğlu olmadan yapayalnız kalan Veroça, bu kez hiç ağlamadı. Oğlunun bir şekilde kaçıp geleceğinden emindi. Oğlu sanki her zamanki gibi birkaç günlüğüne ava gitmişti ve zamanı geldiğinde evine dönecekti. Birkaç günü metanet içinde geçiren Veroça, bir gece uyuduğu döşekten gök gürültüsü ile ansızın uyandı. Çok şiddetli yağmur yağıyordu. On beş yıldır bulutların çok öfkeli olduğu bu topraklarda nice şiddetli yağmurlar görmüştü ama bu sefer ki başkaydı. Aklına hemen oğlu Şapur geldi, kim bilir neredeydi? Kaçıp kurtulabilmiş miydi? Acaba yolda mıydı? Yolda ise bu yağmurda bir yere sığınabilmiş miydi? Veroça’nın uykusu kaçtı, içine od düştü. Birden o rahatlığı gitti, yerine içini derin bir endişe kapladı. Derken büyük bir gürültü ile evin yanındaki yaşlı ceviz ağacına yıldırım isabet etti. Gürültü o kadar şiddetliydi ki, Veroça neredeyse aklını oynatacaktı. Sağanak yağmura rağmen ceviz ağacı bir anda yanmaya başladı. Üstelik kocası Pato’dan kalma ahşap iskele de ağacın yarılmasıyla birlikte yere döküldü. Birden Veroça’nın çocukken babasından dinlediği hikâyeler aklına geldi. Lidyalılarda evin yakınına yıldırım düşmesi büyük uğursuzluktu.
Ertesi gün Veroça sabah kalkar kalkmaz her tarafı su içinde kalmış olan evinden hızlıca çıktı ve dik kayanın başına gidip oğlunu beklemeye başladı. Bu çok uzun bir bekleyişti, o gün akşama kadar yerinden hiç kalkmadı. Ağlıyordu ama hiç sesi çıkmıyordu, sadece gözünden yaşlar akıyordu. O gün Veroça oğlunun da kocası gibi dönmeyeceğini düşündü. Hava karardığında da eve dönmek istemedi. Oğlu olmadan o ahşap baraka ev mi sayılırdı? Oraya dönmekle burada kalmak arasında ne fark vardı ki? Hiç uyumadan ve ağlamayı kesmeden sabaha kadar orada öylesine oturdu. Artık acıkmak, susamak veya konuşmak gibi insani davranışların hiçbirisi onda yoktu. Ağlamıyordu da ama gözünden akan yaş tıpkı aşağıdaki Zuğas Deresi gibi öylesine durmadan akıyordu…
Anne Veroça birkaç gün yemeden, içmeden ve kımıldamadan orada öylesine oturdu. Sadece gözünden yaş geliyordu, o kadar. Sonra oturduğu yerde yorgun bedeni arkaya yaslandı, narin boynu sola düştü. Kuru dudaklarından kısık bir ses tonuyla son bir kez “Şapur” diye mırıldandı. Kapanan gözlerinden son birer damla yaş daha geldi.
Veroça’nın bedeni oracıkta çürüyüp gittiyse de, hasretle perçinlenmiş ruhu başında oturduğu dik kayada esir kaldı. Zamanla kayanın dağlara bakan yamacında silüeti belirdi ve ruhu orada ağlamaya devam etti. Aradan yüzyıllar geçmesine rağmen Veroça’nın ruhu hala orada, o kayada hapsolmuş bir halde oğlunu ve kocasını ağlayarak bekliyor.”