Tarih: 09.02.2016 07:15
Abi ben Karadenizliyim!
Köy hayatının imece, yardımlaşma, dayanışma gibi güzel hasletleri, samimi komşuluk ilişkileri, makbul ve mütedeyyin âdetler, gelenekler gibi güzel hasletler de göçle birlikte unutulmaya yüz tuttu.
Memleket toprağından kopup giden insanlar, zamanla gittiği yerlerin şartlarına, giderine, âdetlerine uyum sağlamaya çalışırken; köy hayatının, ahvalinin, hayalinin enstantaneleri yavaş yavaş hafızalardan ve hatıralardan silinip gidiyor.
Boşalan köylerin tenha sokaklarında harap olmuş eski evlerin yıkılmaya yüz tutmuş duvarları, sarkan pencere cumbaları, virane olmuş tahta ambarları, çökmüş ahırları, çatısı açılmış samanlıklar, her haliyle metruk viraneyi andırıyor.
Issız ve tenha sokaklarda nadiren görülen eli bastonlu, kalın gözlüklü yaşlı insanlar, harabelerde kalmış çiçekler gibi sükûnet içinde yalnız başına gezinti yapıp vakit geçirir. Ara sıra gördüğü akranları ile dertleşir, hal yarenliği yapar, havadan sudan konuşurlar.
Durumu kötüleşip hastalanınca kendini idare etmekten aciz kalanları, yakınları köyden alıp yanına götürmek âdettendir. Köyünde ömrünü geçirdiği, burcu burcu toprak kokan evinin ahşap kapısına kilit vurarak oğlunun refakatinde yaşlı kadının, meçhule doğru zor ayrılığın hüzünlü yolculuğu başlamıştı bile. Arabanın camından son kez içini çekerek evine, etrafına bakınarak köyden süratle uzaklaştı.
Akşam vakti, aydınlık salonda her şey avizeden yansıyan parlak ışıklarla yeni, cilalı, parlak ve aydınlık görünüyor. Saray gibi tefriş edilmiş odalar, salonlar, mobilyalar, dolaplar ve evdeki herkesin pürdikkat seyrettiği televizyon ona yabancı; oda herkese yabancılık çekiyor, sükûnetle oturuyordu. Boş bakışların, yapmacık iltifatların, yalancı tebessümlerin sıkletinden iç dünyasındaki köy hatıralarının tutkusuna dalıp gidiyordu. Gece böyle geçti.
Ertesi gün huzurevine teslim işlemleri bitmiş, elinde tahsilât makbuzuyla ayrılacağı zaman, genç bir üniversite öğrencisi, gülümseyerek: “Çarşıya kadar alabilir misiniz?” diye sordu. Evet, anlamında başını sallayınca arabaya bindi.
Sempatik, konuşkan, kıpır kıpır genç, hemen söze başladı: “Abi, bak burada o kadar arabalar var. Gönüllüler, ziyaretçiler, yaşlı yakınları, iş yapan firma yetkilileri... Ama ben sizin yeni ve modelli aracı tercih ettim. Elinizdeki yardım makbuzu olmalı, hayırsever olmanız ve böyle kuruma duyarlı olmanız çok hoşuma gitti!..
Araç sahibi biraz bocalar gibi etti ve belli etmeden: “Hayırdır, sen ne iş?” Genç; “Abi ben, gönüllü olarak çalışıyorum. Haftada iki gün gelip sevabına onlarla sohbet, muhabbet ediyorum. Onların çok hoşuna gidiyor, rahatlıyorlar. Bazı yaşlıların hiç ziyaretçisi gelmez. Adeta değirmen nöbetine bırakılıp unutulan hububat gibi zamanını beklerler..”
Adam belli etmese de anlamamış gibi yapıp: “Ne demek o?” diye çıkıştı.
Genç, anlatmaya devam etti:
“Abi ben Karadenizliyim. Bizde mısır öğütmek için su değirmenleri vardır. Orada geliş sırasına göre yukarı terasa herkes çuvallarını koyar, sırası gelen çuvallar, değirmenin tahta teknesine boşaltılır. Öğütülen zahire, un olunca alt kattan sahipleri alır götürür.”
“Zaman sel dolaplarını süratle çalıştırıyor.” sözü bana bu misali hatırlattı. Maalesef yakınlarını buraya bırakıp giden bazı duyarsız aileler, ölünce almaya geliyorlar. Bizler bu durumda olanlara moral, motivasyon olması için konuşuruz, sohbet ederiz, kitap okuruz. Onları konuştururuz, geldiği yerlerin âdetlerini, geleneklerini anlattırırız, türkü, destan mani gibi değerleri not alırız...”
Genç insanın belki de anlatacağı çok şeyler vardı. Ancak şehir merkezine varmışlardı. Annesini huzurevine bırakan insan, kafasında şekillenen binlerce karmaşık düşünce, istifham, korku, kaygı ve şüphelerle hızlıca gaza basıp arkasına bakmadan ayrıldı...
Muzafer Karahisar (Yeni Asya Gazetesi)
Orjinal Habere Git
— HABER SONU —